Tozlu Raflardan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Puslu Ada, Semih Gümüş

İnsan Sesleri


Sıradan bir pazar günüydü. Erken kalkmış, kimseler uyanmadan evden çıkmıştım.

Biraz sahil yolunda yürüdüm. Denizin kumsalla buluştuğu ufak düzlükteki salaş kahvede yüzümü güneşe, rüzgârla gelen tuzlu su zerreciklerine teslim edip günün ilk demli çayını içtim. Hayat pek de güzeldi.

Ne kadar zaman geçmişti bilmiyorum. İnsan sesleri, kovanlarını arayan kızgın arı sürüsü gibi çoğalıp kahveyi kapladı. Elimle kovaladım, ağızlardan fışkıran kelimeler çay bardaklarına, tahta masalara, güneş şemsiyelerine, yosunlara çarpıp bana ulaştılar.

''Ben seni çok özlüyorum. Sen alıştın, ama ben alışamadım hiç. Olmuyor, yapamıyorum. Daha ne kadar üzülmem gerekecek?''

''Küçük çekirge bu teyzesi. Benim okuduğum gelişim kitaplarını okuyor artık. Bilmediği yok valla. Fransız liselerini puanı düşük diye beğenmiyorlar ama bak ne güzel okuma alışkanlığı kazandırdı çocuğa işte. ''

''Ay ben onun çocukluğunu bilirim. Kıçında don yoktu, büyüdü bizi beğenmiyor.''

''Enerjisi düşük insanlarla beraber olmuyorum artık. Beni aşağı çekecek insanları hayatımdan sildim.''

''Her şey önemini yitirdi. Anlatılır gibi değil. Hiçbir şey yapmak istemedim. Neyse geçti gitti, hadi güzel şeylerden konuşalım artık. Geçmişi hatırlatacak konuşmalara girmiyorum. Öyle insanlarla olan ilişkimi de kestim. Bana iyi arkadaşlar gerek bundan böyle.''

''Bu domateslerde tat yok. Ah siz o eski domatesleri yiyecektiniz ki. O ne kırmızıydı, o ne lezzetti.''

''Bir duygu ki gel de kurtul elindeyse çemberinden. Kadının çekim alanından çıkamıyorum. Kaç kere böyle bir fırsat elime geçer ki, değil mi ama? Yok, pişman değilim.''

''Dedikodu, iftira, çekememezlik kalabalık ofislerin derdi işte. Sana gelip her şeyi söylüyorlar. Hadi sabredeyim diyorsun. Sonra bir gün, dayanamıyorsun. Sen de patlıyorsun. Yapmamak lazım ama olmuyor.''

''Gençsin daha günde sekiz saat de çalışırsın on iki saat de. Sağlık olsun da. Bak ben otuz yıl çalıştım bir gün olsun gıkım çıkmadı. Evde iki çocuk, işe yaramaz bir koca. Başımda kaynana vırvırı. Ah ne günlerdi.''

''Hacca gitmişsin ama şükretmeyi öğrenememişsin hala. Geri gelince o ulvi duyguyu kaybetmemek gerek. Yoksa neye yarar tüm o yolculuk?''

''Bir duble rakı söyledik, yanında salata, yayın balığı ve kerevet yedik. Arada sırada seninle de yapalım. ''

''Şimdi herkes İngilizce biliyor. Yanlış anlamayın ama kasabın, manavın, kapıcının kızı bile İngilizce konuşuyor. Onun için, hosteslerde nerede o eski kalite?''

''Kocam tutucudur. Telefonda konuşurken arka fonda müzik duysun, pavyonda mısın nereden arıyorsun sen beni, diye kızar.''


Keskin kelimeler, sivri uçlu cümleler, ithamlar, eleştiriler, akıl vermeler havayı, suyu kapladı. Yaprakların hışırtısını, dalgaların usul usul çakıl taşlarına vuruşunu, sabahın el değmemişliğini yedi bitirdi.

''Taze çaylar…''

''Benimki daha açık ve limonlu olsun. Bu kadar koyu içemem.''

''Ama bu ılınmış. Bana kaynar getir.''

''Sakarin var mı yavrum?''

''Büyük bardakta paşa çayı getiriver. Çocuk içemiyor yoksa.''


Can simidim, tek kurtarıcım sırt çantamdaydı. Aradım buldum.

Puslu Ada, Semih Gümüş, 2002 . Bir deneme kitabı.

Deneme kitaplarından ürkerim genelde. Sanki okuyucu zorlansın, ürksün diye özellikle anlaşılmaz yazılmıştır.

Bir sayfa, iki sayfa okudum. İnsan sesleri azaldı. Dört beş sayfa sonunda insan seslerinin kaybolduğunu fark ettim. Su gibi akıp gidiyordu satırlar.

Ben yazar olacağım, diye yazar olunmaz, diyordu Semih Gümüş bir satırında.

Bir yerden başlayarak değil, başlamış bir sürecin dönüm noktalarında karar verilir yazar olmaya. Önce kitaplardan, sonra sokaktan öğrenmeye başladığını fark ettiği anda, yazının cehennem trenine atlamıştır genç insan. Kitaplardan sözcüklerin büyüsünü, nasıl yazılacağını öğrenirken sokaktan ne yazacağımızı kaparız. Demek ki iyi okumuş olmakla yetinmeden, iyi yaşamış olmak da gerekiyor, diye devam ediyor. 

Thomas Bernhard’dan bir alıntıya yer vermişti.

Thomas Bernhard’la Konuşmalar. Sokağa çıktığınızda, bir şey yapmanıza gerek yoktur. Sadece kulaklarınızı ve gözünüzü açıp yürümeniz yeterlidir. Sonra bunlar eve gelip sizin yazdıklarınızın içinde olacaktır. Kasıntı ve budalaysanız ya da bir şeyler çabalama peşindeyseniz, bunlardan bir şey çıkmayacaktır. Hayatın içinde yaşıyorsanız, buna ek olarak başka bir şey yapmanıza gerek yoktur, her şey kendiliğinden içinize girecektir, yaptığınız işte de bir yansıması olacaktır. 

O kitabı okuduktan sonra insan seslerinden ürkmedim. Sadece yazmak istedim. Kurtulamadığım insan seslerini kurgulayıp kendi sesimle yazmak. Birileri okusun, istemediği insan seslerini unutabilsin diye.

Benim de yazma meselem bu işte.

Füsun Çetinel

Denizi Yitiren Denizci

Masumiyeti Yitiren Çocuklar


Kusursuz arınma, ancak yaşamı kanla yazılmış bir şiir dizesine dönüştürerek mümkündür, diyen Yukio Mişima bu romanında tam da bunu gözler önüne serer.

Soğukkanlı şiddeti ustalıkla anlatır. Anlatısının, çocukluğunda bilinçaltını etkilemiş baskıları da yansıttığı düşünülebilir.

Noboru, kedi yavrusunu havaya kaldırıp tüm gücüyle kütüğe savurdu. Parmakları arasındaki o sıcacık, yumuşak şeyin uçarak gidişi mükemmeldi. Ama Noboru az da olsa hala parmaklarında yumuşak tüyleri hissediyordu. 

Şef, ''Ölmedi bir daha,'' diye buyurdu.

Beş çıplak çocuk, deponun loşluğunda, gözleri parlayarak, hiç kıpırdamadan duruyordu.

Devam eden satırlarda Mişima dehşeti şiirsel bir anlatımla bütünleştirir.
Kitabın içindeki her şey okuyucuyu rahatsız etmeye ve irkiltmeye yöneliktir.

Karakterlerin hepsi mutsuzdur. Hikâye karanlıktır. Tüm kurguya Mişima’nın ülkesiyle ilgili memnuniyetsizliği sinmiştir.

Karakterler alegoriktir. Yazar, İkinci Dünya savaşı, batıya özenme, değer yargılarının çöküşü, ekonomik kriz, eskiye tutunmaya çalışma gibi ana meseleleri karakterleriyle özdeşleştirmiştir.

İshiguro’nun Bir Aile Yemeği öyküsü ile birçok bakımdan benzerlikler içerir. Japonya her iki yazarı da boğar, kaçıp kurtulmak istedikçe Batı’nın çarkları arasında yer bulamaz geri püskürtülürler. Bitmeyen Doğu Batı meselesidir yaşadıkları.

William Golding’den Sineklerin Tanrısı, Ian Mc Ewan’dan Kefaret hep bu konuları işler. Paralel okumalar yapmak yerinde olacaktır. Yine Ian Mc Ewan’ın İlk Aşk Son Ayinler öyküsü tam da çocukluğun ne zaman sona erdiği olgusunu işlemektedir.

Hepsinde dehşet var, otoriteye karşı gelen çocuklar var ve sonuç olarak masumiyetin kayboluşu yani çocukluğun bitişi var.

Kitabın en başından zavallı denizcinin sonunun da kesip biçtikleri yavru kedininki gibi olacağını biliriz. Ama bizi kitabın sonu ilgilendirmez yazarın hikâyesinin yolculuğudur önemli olan. Onun için ilgimizi yitirmeden sayfaları çeviririz.

Okuma cesareti olanlara öneriyorum.

Füsun Çetinel

Şehri Unutan Adam

Sevgili Sait Faik


Eylül geldi havalar bir nebze serinledi ama nafile, dertler hep aynı. Savaş, hükmetme ve para hırsı, riyakârlık, cinayet. Değişen ne var ki Yunan tanrılarından beri şu dünyada? Ben de şehirden kaçtım, senin yaptığın gibi adaya sığındım.

Evin boyanmış, bahçede ayrık otlarından eser kalmamış. Ama bana ne! Seni evde bulamadım ya. Annen de komşuya gitmiş olmalı, iyi giyimli gençten başka bir hanım karşıladı bizi. İçeri buyur etti. Adetler değişmiş, terlik yerine ayağımıza plastik poşetler geçirtti zorla.

Olta takımını ve meşin ceketini göremedim. Düşündüm, balık yasağı bitti kesin sinağrite çıkmıştır Sait Faik dedim.

Günlerden Cuma, sokağında Pazar kurulmuş. Aşağı yukarı bir boy yürüdük. Tezgâhlara bakındık. Neler yok ki, İstanbul’da ki pazarlara beş basar. Her şeyin en kalitelisi. Ben ve arkadaşım birer gül desenli, hafif dokumalı geceliklerden aldık.  Ama bir satıcı var ki asabımızı bozdu, üç kuruşluk tüm ada zevkimizin içine etti. Güneşten kararmış, suyu çekilmiş, erik kurusuna benzer zayıf bir adam. Burgaz’ın yeşilinden, Marmara’nın mavisinden nasibini alamamış, bas bas bağırıp mallarını canhıraş satmaya çalışan saygısızın teki. Giritliler gelmiş, komşularım gelmiş pazara, diye bas bas bağırır, başka satıcılara aman vermez.

Tezgâhı da aksi gibi senin yatak odası camının tam altına rast geliyor. Nasıl uyuyor bu adam  diye hep seni düşündüm, tasalandım. Taş atıp bet sesini kıstırmayı düşündümse de cesaret edemedim, hem cam da açılmadı zaten.

Bahçenin girişinde Arap karşıladı bizi. Arap dediysem bu senin köpek değil. Zümrüt gözleri çapağa bulanmış, kaburgaları bitli kürkünü delecek derecede zayıf bir kedi çırağı. Ellemeye korktum hayvanı. Bir köşede uyumakla bayılmak arasında zaman öldürüyor.

Çatı katına beyaz lake yeni bir yazı masası koymuşsun. Eskisini aşağı katta gördüm üzüldüm. Öyle öksüz bekliyor. Neyse bu da fena değil. Hemen önü cam ve dışarıda dut ağaçları görünüyor. Masanın iki tarafında şeffaf mektup atma yerleri var. Seni bulamayanlar mektup yazıp bu kutulara atacakmış.

Ben de oturdum yazıyorum işte. Ama kutuya atmaya gönlüm el verir mi bilemiyorum. Yanımda alıp götürürsem sakın kusura bakma, ne yapar eder sana bir şekilde ulaştırırım.

Kütüphanedeki kitapları karıştırırken Şehri Unutan Adam öykünde ki şu satırlar beni derinden sarstı;

Ters yüzüne evime dönüp odama kavuştum. Dört duvar, bir pencere, bir valiz içinde birkaç kitap ve bir demir karyola...Hasılı mukaddes bir hapishane olan odamda düşünmeden, hatta okumadan gezindim durdum. 

Günün geri kalanında Ergun’da vişneli milföy, Kalpazankaya’da kalamar, fava yedik, kayalardan denize atladık. Kilisede mum diktik. Her zaman yaptığımız şeyler işte.

Seni görebilmek başka sefere kaldı yine. Adayı istemeye istemeye terk ettik. Bu dünyanın düzeleceği yok, daha çok kaçarız senin adaya.

Sağlıcakla kal aziz dostum.

Füsun Çetinel



Hitler'in Ütopyası Bruno'nun Distopyası

Çizgili Pijamalı Çocuk

Hitler'in Ütopyası Bruno'nun Distopyası

Münih’e yarım saat uzaklıktaki Dachau Nazi toplama kampının girişinde ‘Arbeit macht frei’ yazısı karşılıyor ziyaretçileri.

Çalışmak Özgürleştirir

1933- 1945 yılları arasında Nazi Almanya’sı dil, din, ırk ayrımcılığına göre sınıflandırılmış, birçoğu siyasi suçlu niteliğinde olan milyonlarca insanı hapsedebilmek için yaklaşık 20.000 kamp kurdu. Bu kamplar, zorla çalıştırma kampı, geçiş istasyonu olarak kullanılan geçici kamp ve özel olarak katliam için inşa edilen imha kampı gibi pek çok biçimde kullanıldı.

Hitler'in 1933’te iktidara gelmesinin ardından, Nazi rejimi sözde ‘devlet düşmanları’nın hapsi ve bertaraf edilmesi için bir dizi tutuklama kampı kurdu. Toplama kampındaki ilk tutuklular Alman Komünistleri, Sosyalistler, Sosyal Demokratlar, Çingeneler, Yehova Şahitleri, eşcinseller ve ‘asosyal’ ya da sosyal açıdan sapkın davranışlar göstermekle suçlanan kişilerdi.

1937’nin başlarında SS subayları asıl kampın bulunduğu arazi üzerinde esir iş gücünü kullanarak büyük bir kompleks inşasına başladı. Bu kişiler korkunç şartlarda çalışmak zorunda bırakılıyordu. İnşaat resmen 1938’de Ağustos ayının ortalarında tamamlandı ve kampta 1945’e kadar herhangi bir değişiklik yapılmadı. Bu nedenle Dachau Third Reich sürecinin baştan sonuna kadar hep aynı kaldı.

İki yüz hektar alana yayılan bu kamp diğer kamplar için model oluşturmuş ve Alman askerleri için bir vahşet okulu niteliğinde olmuştur. Açık olduğu on iki yıl boyunca tüm Avrupa’dan 200.000 insan burada ve diğer kamplarda tutuklu kalmıştır. 41.500 kişi katledilmiştir.

19 Nisan 1945’te Amerikalı askerler kampa girerek tüm tutukluları serbest bırakmıştır.

Kapıdan içeri girer girmez yerdeki tren rayları göze çarpıyor.

Evlerden, sokaklardan topladıkları suçsuz yüzlerce insanı otuz kişi kapasiteli vagonlara doldurup kapıları üstlerine sürgüleyip çok az yiyecek ve suyla günlerce süren amansız bir yolculuğa çıkarıyorlar. Zayıf ve yorgun olarak ölmek üzereyken ulaştıkları son durak Dachau. Burada esirler çırılçıplak soyuluyor, kafaları tıraş ediliyor, bitlerden arındırmak bahanesi ile gaz odalarında ilaçlanıyor, sonunda fişlenip basit bir numaraya indirgeniyordu.

Bir bit, bir ölüm - Sigara İçmek Yasak - Gaz Duşu

Her şeyin zaten yasak olduğu, en ufak bir yanlışın bile gaz odasına gitmek veya günlerce ayakta hücre cezasına çarptırılmak demek olduğu bu yerde tüm duvar yazıları aynı amaca hizmet ediyor. Tutukluları aşağılayıp insanlıktan mümkün olduğunca uzaklaştırmak. Herkesi bir yapmak.

Barakaların dışında göz alabildiğine uzanan boşluk korkutucu. Her sabah ve akşam burada toplanan elli bin tutuklu yoklamadan geçiriliyor. Tepelerinde gözetleme kulesi, etraflarını çevreleyen elektrikli bir tel.

İki buçuk saatlik tur boyunca John Boyne’nun Çizgili Pijamalı Çocuk kitabındaki küçük Bruno her adımımda benimle birlikteydi. Barakalardaki ranzalarda, tuvalette, yoklama alanında ama en çok da tel örgülerin hemen yanındaki hendekte gördüm onu. Sakın demek istedim ona, sakın ola ki bu tarafa geçme. Ah Bruno! Tek istediği çizgili pijamalı bir arkadaştı oysa. Sakın çizgili bir pijama giyme Bruno! Gaz odasına yaklaşma Bruno! Annesinin nafile çığlıkları kulaklarımdaydı. Kitabın mekanı Dachau değil Auschwitz'dir ama ne fark eder.

Hayat bu işte, Hitler’in Ütopyası milyonların Distopyası oldu.

Bir de simgesel heykel var bahçede. Altında şöyle yazıyor, Bu Kamp Ölülere Saygı, Yaşayanlara Ders Olsun.

Tüm dünyada ve özellikle ülkemizde yaşananlar düşünülürse hiçbir felaket insanlığa ders olamıyor maalesef.

Füsun Çetinel




Stefan Zweig, Satranç

Satranç

Lise yıllarım boyunca bol bol orijinal dilinde Stefan Zweig okumak zorunda bırakıldığım için uzun bir süre kitaplarının kapağını dahi açmayı düşünmüyordum. Bir gün sevgili arkadaşım ve öğrencim Cem Yeker, Zweig’ın Satranç kitabından söz etti. Üstelik o da benimle aynı lisede aynı işkencelerden geçen birisi olarak yazarı yeniden keşfetmeye cesaret edebilmişti.

Yazıevinde ortaya bırakılan kitaplar arasında Satranç’a rastlayınca neden yeni bir başlangıç yapmayayım ki dedim kendi kendime. Her Türk genci gibi ben de bir zamanlar satranç öğrenmeye niyetlenmiş ama pek fazla da ilerleyememiştim. Belki de o yüzden kitaba pek sıcak yaklaşamadım ilk başlarda. Sonuna doğru ise tam anlamıyla âşık oldum.

Ama keçileri kaçırmamak ya da bir akıl hastalığına yakalanmamak için, bu saçmalıkla uğraşmaktan başka seçim şansım yoktu. Çevremdeki korkunç hiçliğin beni boğmaması için, kendimi siyah ve beyaza bölmeyi en azından denemek durumunda kaldım…

New York’tan Buenos Aires’e giden bir yolcu gemisi, sıra dışı dünya satranç şampiyonu Mirko Czentovic, Gestapo baskısında hücre odada çaldığı bir satranç kitabı ile bir yıl geçirmiş Avusturyalı Dr. B. ve onun ilginç öyküsü.

Satranç zehirlenmesi. En sonunda bu tek yönlü düşkünlük yalnızca beynimi değil, bedenimi de sarmaya başladı…

Bende ise tam bir Zweig zehirlenmesi oldu. Lise yıllarımda yaşadığım travmanın üstesinden geldim. Artık diğer kitaplarını da okumaya devam edebilirim. Bu kadar yıl sana direndiğim için çok üzgünüm Stefan Zweig.

Füsun Çetinel

Aytmatov ile Bir Bayram Sabahı

Kilyos Halk Plajında Bir Bayram Sabahı

Bayramın birinci günü. Sabah erken. Herkeste bir telaş, eş dost ziyareti hazırlığındalar. Sofralar kurulmuş, dolmalar, baklavalar, içli pilavlar hazır beklemekte. Şekerlikler tepeleme doldurulmuş. Temiz pak giyinilmiş. Terlikler kapı önüne dizilmiş. Holdeki çanakta yumurcaklara tepeleme bozuk para biriktirilmiş.

Kimim kimsem yok, ziyaret edecek, gönül koyacak. Bir kuş kadar özgürüm, çantama bir kitap, gözlük ve yaygı, altıma bir mayo, Kilyos sahilinin yolunu tutuyorum. Etrafta in cin yok. Birkaç  Rus ve Amerikalıdan başka. Birkaç da başıboş köpek ve aylak martı. Benim gibi bayramla işi olmayanlar.

Deniz pek temiz. Kumlar pırıl pırıl. Tatlı suyun denize kavuştuğu yerde yüzlerce kefal yavrusu, serçe parmağımın tırnağı büyüklüğünde. Minik parlak yüzeyleri güneşle oyunlar oynuyor. Ayak izlerimi takip ediyorum. Şezlong kapmaca  yok.  Her yer benim. Yaygımı acelesiz seriyorum. Sabah güneşi  çıplak vücudumu ısıtırken, kitabıma dalıyorum. Tek elimde Cengiz Aytmatov’un Cemilesi, tek elimin parmaklarında ılık kumlar. Dalgalar pek tembel bugün.

Gözlerim kararsız. Okumakla uyumak arasında gidip geliyorum. Göz kapaklarım bir açılıp bir kapanıyor. Aytmatov ne güzel anlatıyor Cemilesini.

Yorulmak bilmez, her işten anlayan, biraz farklı, erkek gibi kuvvetli, türkü seven, düşündüğünü dobra dobra söyleyen, fikirlerini açıklamaktan ve savunmaktan çekinmeyen, şen şatır ve pek serbest. Güzel, ince uzun, sağlıklı, mütenasip vücutlu. Güldüğü zaman  laciverde çalan kara badem gözler. Bozkır kadını. Şakalaşan, sevişen. 

Kitabımı karnıma yaslıyorum. Tembel dalgalar kulağımda.

''Gülümsa  totay Cemile, gülümsa. Çekiyorum ha.''

Kitabımı yokluyorum,  kapanmış duruyor kumda. Bu Cemile başka biri.
Cemile izinli olmalı bugün. Doğru ya, bayram günü. Ne işi var evde? Kadın öbeğinin  az berisinde gençten bir adam. Menejer diyorlar bunun gibilere. Ev buluyor, iş buluyor, örgütlüyor Azeri kadınları. Minibüs ayarlamış, getirivermiş hepsini. Kadın başı beş dolar. Çoğunun  mayosu yok. Kimi panter desenli naylon iç çamaşırları, kimi kombinezonu ile denize girmiş. Bazısı et fazlalıklarını bir eşarp ile kapamaya çalışıyor. Bir şezlonga  tepeleme yığılmış kocaman desenli , boncuklu,  plastik Laleli çantaları. Ojeli tırnaklar, rujlu dudaklar. Varisli baldırlar. Sere serpe günün tadını çıkarıyorlar bedavadan.

Ne çok şeyleri birikmiş konuşacak. Fısır fısır devamlı anlatıyor Cemile. Diğerleri sakin, dinliyorlar. Bir tanesi  ayakları ile kumu düzlüyor ilkin. Şekiller çiziyor ince uzun parmakları ile. Bir diğeri evden getirdiği peynirli ekmeğini yiyor. Başka iki kadın mısır alıp, beş dolar ödüyorlar. Hasta bakmaktan, ev işi yapmaktan yorgun vücutlar kuma bulanıyor. Sıcak kumdan, güneşten medet umuyorlar. Herkes kendi dünyasına dalıyor bir süreliğine.

Cemile’nin beş çocuğu var okul çağında, anasına bırakmış gelmiş çalışmaya. Kocası  Rusya’da bir inşaat şirketinde. Kazandığı para doğruca köyüne.  Ev yaptırıyor, başını sokabilmek için. Hanımın verdiği fazla eşyalar, kıyafetler her Pazar menejerin bulduğu bir minibüsü ile köye  yollanıyor. Paket başına on lira. Aynı adamla para da gönderebiliyor. Arada polise yakalanmak olmasa iyi de. İzinsiz çalışmanın cezası yüz dolar. Geriye pek bir şey kalmıyor o zaman. Altı ayda bir çıkış yapmak zorunda. Hem iyi ; çocuklarını görüyor, hem kötü; bir sürü masraf.

Cemile hasta bakıyor. Gecesi gündüzü birbirine karışmış. Evden dışarı pek çıkmaz. Ancak izin gününde, haftada bir. Ütü, çamaşır, her iş onda. Tek lüksü yemek. Çok seviyor hamur işlerini. Çok da  güzel börek açıyor. Herkes bayılıyor böreklerine. Hanımı neyse skayp  kurdu da, her akşam bedava konuşuyor evi ile, hasret gideriyor. Hanımı ondan memnun, o hanımından. Şu ayrı hayatlar olmasa.

Ne demiş Aytmatov;

Tulpar yüz fersah uzaktan koşup kendi sürüsüne kavuşurmuş. Öz vatanını, öz milletini kim sevmez!

Aytmatov’un Cemilesini okuyorum;

Entarisinin eteğini dizlerinin yukarısına kadar kaldırmış, güneşten yanmış güzel bacaklarında bütün kasları gerilmiş, çuvalın altında yaylanan kıvrak vücuduna hakim olmak için nasıl gayret ettiğini görüyoruz. Basma entarisi sırılsıklam olarak vücuduna yapışmış, yuvarlak taze kalçalarını, diri göğüslerini iyice meydana çıkarmış. Ama kendi de bunun farkında değil. Gülüyor, sendeliyor, ve alev alev yanan yüzünden, sicim gibi neşeli sular süzülüyor.

Bizim  Cemile denizden yeni çıkıyor. Yüzme bilmez, kıyıda karaya vurmuş balinalar gibi biraz yuvarlandı. Yoruldu. Hantal vücudunu zorlukla sudan çekti çıkardı. Pudra rengi naylon kombinezonu suyun ağırlığı ile iyice üstüne yapışıp, dantel iç çamaşırlarını gözler önüne seriyor. Kombinezonun yırtmacından  varisli dolgun bacakları görünüyor. Arkadaşları ile şakalaşırken, güneşte altın dişleri parlıyor.

Cemile kendini kızgın kumlara atmadan önce taşlı kocaman gözlüklerini takıp, plastik çantasından çıkardığı ruj ile pörsümüş dudaklarını cart kırmızıya boyuyor. Yorgun  uzanıyor.

''Neyin var senin Cemilatay? Biştin güneşte. Gölgeye gelsene.''

''Keçe çiğnemişem gibi her  yanım tutuk. Yatam biraz.''

Cemile uyudu bile. Menejer gelip şöyle bir yokluyor hepsini, baktı ki herkes yerli yerinde, o da köşesine çekiliyor. Kemirilmiş mısır koçanlarını ilkten serçeler keşfediyor, daha  sonra hantal güvercinler. Kadınlardan biri, poşetindeki kek kırıntılarını kumlara serpiyor. Bir yarış başlıyor serçelerle güvercinler arasında.

Cemile rüyasında bozkırı görüyor. Çamaşırları yıkadığı çayı görüyor.  Az ileride sırtını yaslayıp hülyalı gözlerle sevgilisini beklediği söğüt ağacı. İşte atı ile yaklaşan cigiti. Ne kadar yakışıklı. Cemile’nin kalbinden geçenleri anlar mı, bilir mi acaba?

Ani bir rüzgar güneş şemsiyelerini kumdan söküp havalandırıyor. Deniz bulanıp tatsızlaşıyor. Keyfi kalmıyor pek sahilin. Kadınlar dört bir yana uçuşan havlularını yakalamaya çalışıyorlar. Minibüsün kornası duyuluyor yol tarafından. Menejer ayaklandı. Kadınlara işaret ediyor. Kuruyan iç çamaşırlarının üzerine kıyafetlerini geçiriyorlar acele ile. Saçlarını şöyle bir düzeltiyorlar. Menejer fotoğraflarını çekip ölümsüzleştiriyor o anı. Ailelerine gönderecekleri  bir şey daha bu ayrık hayattan.

Bir başıma kalıyorum, kitabım, tembel dalgalar ve serçelerle. Güvercinler çoktan terk etmişler sahili. Son sayfada şu satırları yazmış sevgili Aytmatov;

Şimdi nerelerdesiniz, hangi yollarda yürüyorsunuz? Artık bizde, bozkırda , uzaklara ulaşan yollar var. Nice cesur insanlar oralarda çalışıyor. Siz de mi o ülkelere gittiniz? Cemilem! O geniş bozkırda hiç ardına bakmadan yürüyüp gittin! Yoruldun mu, kendine olan inancını yitirdin mi? Öyleyse aşkına yaslan. Sana aşk üstüne, vatan sevgisi üstüne, hayat üstüne türkülerini söylesin! Bozkır canlansın ve bütün renkleriyle  oynamaya başlasın! Git Cemile, git! Hiç pişman olma, sen mutluluğu en sarp yollarda yürüyerek buldun.

Kitabımı  çantaya koyarken içimi bir hüzün kaplıyor. Kendimi sorguluyorum. Buraya gelirken olduğum kadar hür değilim artık. Bayramın ikinci günü uzak bir semtteki uzak bir akrabamı ziyaret etmek istiyorum. Belki bir kutu baklava alırım giderken. Kim bilir belki zeytinyağlı dolma ikram eder  bana , demli bir bardak çayın yanında.

Füsun Çetinel

Yerüstünden Notlar

YERÜSTÜNDEN NOTLAR

Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Bu inlemelerinizle, ilkin, acıların bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine, kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’ların bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da, boyun eğmeyip hala karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarlarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle.*

Sultan Hanımın inlemeleri yeniden duyulmaya başladı. Sayfanın kenarını kıvırıp üzeri ilaç kaplı sehpaya bıraktım. Ayraç kullanmam, kitapla arama kimseler girsin istemem. Kıvırdığım minik kulakların üzerine kurşunkalemle notlar düşerim. Bazen okumamın neden kesildiğine dair kısa hatırlatmalar. Bir önceki kulakçıkla şimdiki arasında kaç sayfa yol aldığıma bakarım. Genellikle iki üç sayfayı geçmez. Sultan daha fazlasına izin vermez. İniltileri hayatımın sınırlarını çizer. Geniş bir repertuarı, değişik anlamlara gelen tonlarca sesi vardır. Bu kadar zavallı bir bedenin bu kuvvette nidaları nasıl çıkardığına hiç aklım ermez.

''Ne var Sultan Hanım? Bu sefer ne var,'' dedim perdenin deliğinden giren zayıf güneş ışığını tenimde hissetmeye çalışarak.

Sultan Hanım konuşmaz, emir verir. Azarlar. Şikâyet eder. Bezdirir. İnler. Daha olmazsa ağlar. Kendini acındırmaya çalışırken çirkinleşir. Zavallılaşır. Eli ayağına dolaşır. Derinlerdeki tortular yüzeye çıkar. Ellemeye iğrendiğim yapışkan pisliğe dönüşür. Ondan kurutulmak isterim ama cesaret edemem.

Neler istemem ki? Bulaşık eldivenlerimi takıp, temizlik malzemeleriyle odasına dalmak isterim. Son kullanma tarihi geçmiş kemik torbasını battal boy çöp poşetine tıkıştırmak sonra da ağzını iyice büzüp üzerine kör düğümler atmak, çöp saatini beklemeden elceğizimle caddedeki konteynırına fırlatmak. Ağır demir kapağı üzerine kapamak. Aylardır çıkmadığı yatağını, tepside duran işlevsiz renkli hapları, ağır kokusu odayı kaplamış tütün kolonyasını, suyu çekilmiş limon dilimlerini, oraya buraya tıkıştırdığı kirli mendilleri, çorba lekeli hırkasını camdan aşağı atmak.  Kovayı ağzına kadar su doldurup içine bolca arap sabunu katmak, köpürtmek, köpürtmek, odanın dört köşesini kanırta ova silmek, ekşi kokusunu yok etmek. Camı ardına kadar açmak. Baharın iğde kokusunu, caddenin neşesini, okul çocuklarının bağrışlarını içeri doldurmak. Bunları isterim. Çok mu?

Öğrendim. Mors alfabesi gibi söktüm Sultan Hanımın inlemelerini. Yatağa doğru bir iki adım attım. Damarlı kuru parmakları sertçe koluma yapıştı, beni ölüm kokan nefesine çekti. Geceliğinin açıklığından ortaya çıkan tahta göğsü hızla inip kalkıyordu. Kurtulmaya çalıştım. Sivri kemikleri etime daha çok saplandı. Saate baktım. İki otuz. Yemeğini yedirmiş, istemese de altına bezini bağlamış, suyunu ilaçlarını vermiştim. Oda karanlıktı, camlar kapalıydı, üstü tam istediği kalınlıkta örtülüydü. Yastıklarını kabartmayı unutmamıştım.

Hırrrk, dedi. Kısa ve boğuktu. Kulaklarımı diktim. Bu sesi kodlayamadı beynim. Daha öncekilerin hiç birine benzetemedim. Kolum hala pençesindeydi. Asıldıkça asılıyordu. Gözleri dipsiz, karanlık birer kuyuydu. Çürük nefesi suratımda dolaştı. Kalbim hızla atmaya başladı. Kokusuz, sarı kahverengi bir ıslaklık hare hare beyaz geceliğine yayılıyordu. Kafasını aniden arkaya devirdi. Âdem elması gırtlağını deşip fırlayacak sandım. Çizgi olmuş renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek sandım. Kulağımı yanaştırıp bekledim. Karanlık gözleri bulanık suyun içinde yüzen cansız dişlerine sabitlenmişti. Kolum yavaş yavaş pençesinden kurtuldu. Beyaz tenimde kırmızı çizikler kalmıştı geriye.

Kaç dakika kaç saat geçti? Elimde çöp poşeti odanın ortasında duruyordum. Yabancı bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Koltuğa çöküverdim. Elim kitaba gitti. Kıvrık sayfaya diktim acıyan gözlerimi.

Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun.* 

Daha fazlasını okuyamadım. Çöp poşetine attım kitabı. Ağzını düğümledim. Terliklerimi sürükleyerek komşu kapıyı çaldım.

''Annem,'' diyebildim, gözyaşlarım sağanaklar halinde inerken. ''İki sayfa arasında terk etti beni.''

* Yeraltından Notlar, Dostoyevski, sayfa 29-31

Kaynak: altZine.net, altMetin

Füsun Çetinel



Soneçka, Lyudmila Ulitskaya

Soneçka 

Lyudmila Ulitskaya, Doğan Kitap

İnce kitapları pek severim. Kolay okundukları için değil de, dar alanda çok şey söyleyebildikleri için. Soneçka da bu tür kitaplardan biri. Sevgili Jale Sancak hediye etti geçen ay. Aslında masada beş kitap vardı ve benim elim bu gösterişsiz kapaklı kitaba uzandı nedense. Belki de ilkokul arkadaşım tatlı Sonyacık yüzündendir.

Seksen altı sayfalık kitap bitecek diye hem korktum, hem de ağzımda akide şekeri dolandırıyormuş gibi tadını çıkara çıkara okudum.

Soneçka, 1930’ların Sovyetler Birliği’nde yaşanan kargaşadan, ev içi yaşamın tekdüzeliğinden edebiyata sığınarak kaçan, kitap kahramanlarıyla yaşamını zenginleştiren küçük Sonya’nın romanı.

Sonyacık bir yandan kütüphanede çalışırken, bir yandan da filolojide okumaktadır. İkinci Dünya Savaşı yıllarıdır. Ve bir gün Soneçka’nın çalıştığı kütüphaneye ressam Robert Viktoroviç gelir. Viktoroviç sürgün mahkûmudur. Artık ortak bir yaşamın farklı rollerini paylaşacaklardır. Ölene kadar…

Ve Robert uykuya dalmadan önce şöyle der  bir gece;
''Hiçbir partiyi tutma, hiçbir siyasal olaya karışma. Rengi yeşil de olsa, mavi de…''
Soneçka anlayamaz.
''Sen neden söz ediyorsun,'' der.
''Bu benim değil, Marcus Amelius’un sözü. Yeşille mavi, hipodromdaki partilerin renkleridir. Söylemek istediğim, kimin atının birinci geleceği beni hiç ilgilendirmiyor. İkimiz için de bunun bir önemi yoktur. Her karşılaşmanın sonunda ölen bizim gibi bir insan olacaktır. Hadi gözlerini kapa da uyu.''

Biz şu ara uyumayalım. Okuyalım, farklı insanları dinleyelim, düşünelim ve yazalım.

Füsun Çetinel

Sen ve Ben

Sen ve Ben, Niccola Ammaniti


Büyümek, büyümek zorunda bırakılmak ne sancılı bir süreç ve ne kadar da zedeleyici.

Oysaki ana babalar çocukları için en iyisini ister hep, diğer çocuklar gibi olmalarını, onlardan aşağı kalmamalarını. Bilmezler ki insan diğerlerine benzemeye çalışırken ne acılar çeker. Ve sonunda bazen BEN olmaktan vazgeçer.

Lorenzo  duygusal, zeki, düş gücü kuvvetli ama içedönük ve yalnızlığı seven on dört yaşında bir genç.

Ayrıca ben sonlardan nefret ederdim. Sonlarda her şey, iyi ya da kötü, yerli yerine oturmalıydı. Bir film izlediğimizde, annemle babamın, sanki öykü yalnızca o sondan ibaretmiş ve öbür olayların hiçbir önemi yokmuş gibi, filmin sonuyla ilgili tartışmaları beni deli ederdi.  

Peki ya gerçek yaşamda, onda da mı yalnızca son önemliydi? 

Niccolo Ammaniti bir avuç malzemeyle en akıl ermez sırlardan biri üzerine- insanın nasıl büyüdüğü konusunda- içe işleyen kusursuz bir öykü kurgulamış.

Lorenzo’yla birlikte öfkelenecek, yumruklarınızı sıkacak, terleyecek kusmak ve kaçıp her şeyden uzaklaşmak isteyeceksiniz.

Füsun Çetinel


Gezi Kütüphanesi'nden Kelile ve Dimne

Kelile ve Dimne

Gezi kütüphanesinde kitap bavulunu teslim alan gence ne yaşını, okulunu, ne de dinini sordum. Onunla tek ortak noktamız kitaplardı. Bir yıldır arayıp da bulamadığı kitap bavuldan çıkınca havalara uçtu. Hemen yanındaki arkadaşına hediye etti. Sonra Kafka’nın Dava’sı çıktı bavuldan. Onu soran bir arkadaş vardı buralarda, dedi. Kitabı havada sallamaya başladı. Hemen bir genç kız uzanıp aldı onu da. Kapağı tam istediğim gibi, dedi sevinç içinde.

Ben taştan raflar arasında ne tür kitaplar var diye etrafıma bakınırken, bu belki ilginizi çeker, diyerek Kelile ve Dimne’yi uzattı bana. İki hafta sonra bir masal anlatma etkinliğine katılmak üzereydim ve tam da böyle bir kitap arıyordum. Aslı Sanskrit dilinde yazılmış bu kitap dönemin hükümdarlarına öğüt verme amacı taşıyan bir Hint masalı derlemesiydi.

Bir ağaç gölgesine çekilip sayfalarını karıştırdım. Şöyle diyordu:

Padişahım, dünyada yürürlükte olan baskı ve zorlamalar ve bunlara benzeyen kanunsuzluklardan insanları alıkoymak ancak siyasetle mümkündür ki onun da temeli adalettir. Ancak adil kanunların gölgesinde, herkes kendini güvencede hisseder. Kendi hakkını aşmadığı gibi, başkalarının da hak ve hukukuna saygılı olur.

Adaleti sağlayacak hükümdar veya devlet başkanının öncelikle siyasi kanunları, adalet kurallarını derinlemesine bilmeli. İnsanları iyi tanıyıp değerlendirebilmeli. Saygın kişilerin kıymetini bilip, ilim sahibi, din ve devletine hakkıyla hizmet edebilecek kişileri danışman olarak seçmelidir. Ancak kötülükleri ve bencillikleri kanıtlanmış olanlarla dost olmaktan çekinmelidir.

Hükümdar gerçeklere bağlılığı oranında kuvvet ve gücünü sağlamış, saltanatını sürekli kılmanın yolunu bularak mutlu olmuş, üstelik bu biçimde davranarak ahretini de bayındır etmiş, dünya ve ahret mutluluğuna erişmiş olur.

Bu paragraflar daha ilk hikayeden alınmış birkaç örnek, 3. yüzyılda Brahman tarafından Keşmir’de yazıldığı varsayılmakta.

İçim nasıl sızladı anlatamam, bu kitabın anlamını, kıymetini, günümüz olaylarıyla ilgisini kavrayabilmiş bu gencecik yüreğe ve onu bekleyen zorluklara üzüldüm. Ve bu gencin bilgeliğine hayran oldum, gözlerime bakıp neye ihtiyacım olduğunu hemen anlayıvermişti. Bizlerin onun için yapamadığını o birkaç dakikada benim için yapmıştı.

Füsun Çetinel

EDickinsonLüksKopya’nın Suçu Ne?


Vahşi Geceler

Joyce Carol Oates, pek çok edebiyatsever tarafından her an Nobel alması beklenen, son derece yetenekli bir yazar. Yeteneğinin yanı sıra zengin hayal gücüyle de tanınıyor. Ama belki de hiçbir eserinde hayal gücüne bu denli yüklenmemişti Oates. Vahşi Geceler'de gerçekten de kendisini aşmış, edebiyatın beş devi olan Edgar Allen Poe, Emily Dickinson, Mark Twain, Henry James ve Ernest Hemingway'i alarak  onların ölmeden önceki son günlerini tamamen kendi fantezisine göre baştan şekillendirmiş. Everest yayınlarından çıkmış bu kitapta  Amerikalı edebiyat devlerinin çıldırma hikayelerini okuyacaksınız. Ben de Oates'un bir hikayesinden yola çıkarak başka bir çıldırma hikayesine vardım. Her yazar başka bir yazardan tetikleniyor ne de olsa.

EDickinsonLüksKopya'nın Suçu Ne?

Ve şimdi şair arkadaşının arkasında dururken cihazın başlatma düğmesine basarak kopyayı uyku durumuna geçirdi.  Kadının Emily’ye, elbise kolunun sert kumaşına, belli belirsiz metalik bir kokusu olan sımsıkı toplu saçlarına dokunmak için cesaretini toplaması zaman aldı. Kâğıt gibi pürüzsüz yanaklar. Bu kadar yakından bakıldığında kadının kendi dudaklarını andıran, canlı gibi kalmış, aralık dudaklar. Kadın hiç düşünmeden, birdenbire öne eğilerek, arkadaşını o dudaklardan öpüverdi, nasıl olduysa. Devam etmek yerine kadın elini Emily’nin cebine sokmaya cesaret etti. Şaire yaslanarak eğildiği sırada, yanağında öteki kadının ılık nefesini hissettiğini fark etti. Paniğe kapılarak geriye doğru tökezledi. Uzaktan kumandaya çarpmıştı. Oh! 

Şair yavaşça yerinden doğruldu. Sanki uzun bir uykudan uyanmıştı. Şimdi tam karşı karşıyaydılar. Nefes nefese ve fazla yakın. Emily beyaz, ufak elleriyle kadına dokundu. Kendinde olamayan ılık pembe yanaklara, dolgun dudaklara, yumuşak kulak memelerine. Ve şiirler yazdığı ince parmakları yoluna devam etti. Küçük bir serçe gibi kadının dolgun, etli bedeni boyunca titreyerek dolaştı. Kirpiksiz gözleri mat boncuklar gibi bakmıyordu artık, aksine şehvetle parlıyordu. Beyaz pilili elbisesi içindeki zayıf bedenini belli belirsiz kadının iri cüssesine yasladı. Minnacık, temiz, fiyonklu pabuçları içindeki ayaklarıyla parmak uçlarında yükselip ağzını kadının kulağına yaklaştırdı. Cilveli, tacizkar ve baştançıkarıcı.

Böyle ayrı durmalıyız.
Sen orada ben burada
Kapı azıcık aralık,
Ki okyanuslar var,
Ve dua,
Ve o, soluk gıda
Ümitsizlik.

Utandı kadın. Yanakları pembeleşti. Saçlarının diplerinden ensesine yağmurun ardından taze çimenlerin üzerinde beliren su boncukları yayıldı. Dudakları birbirini buldu. Emily, dedi kadın. İsmi öyle melodikti ki. Emily. En son ne zaman öpmüştü veya öpülmüştü? Kapının sesiyle irkildi bir an. Kocası gelmiş olmalıydı. Uzanıp Emily’nin kara saçlarını topuzundan çözdü. Şehvetli dalgalar şairin omuzlarına döküldü. Emily, dedi kadın yeniden.

Füsun Çetinel


Biri Beni Dinliyor

Biri Beni Dinliyor, Dilek Yıldırım Akgün’ün ilk kitabı. Optimist Yayınlarından çıkan kitap yaşanmış koçluk hikâyeleri içeriyor. Ben de yazar koçuyum ya, yollarımız kesişti.

Yazarımız ileri ve üst düzey eğitimlerini dünyanın en saygın koçluk okullarından biri olan The Coaches Training Institute’da tamamlamış, Certified Professional Co-Active Coach, Authorised Team Coach ve Certified Story Coach ünvanlarına sahip, koçluk alanında Türkiye’de liderlik yapan kişilerden biri.

Mesleğim sayesinde, birçok hikâyenin içine girme fırsatına sahip oldum. İçine girdiğim bu değişim hikâyelerinde yeni sulara yapılan yolculuklara tanıklık ettim, bu yolculuklara neden olan farkındalıkların yaşanmasını tetikledim. Kahramanlarımın neler başarabileceğini gördüm. Her bir kahramanıma hayranlık duydum, sevdim onları. Evet, aramızda kurulan bağ sayesinde hepsini ayrı ayrı sevdim, diyor kendisi.

Yazar arkadaşım ile birlikte kitap üzerinde çalışırken ben de her bir karakterin gelişimine tanıklık ettim, değişimler yaşadım, sevindim. Kandilli’deki ofisinin penceresinden Boğaz’dan geçen gemileri seyrederek hayaller kurdum. Kimi zaman düşen yaprakları izleyip ıhlamur kokusunu çektim içime. Ve bilgisayarımda çalışırken elimde hep bir kahve fincanı vardı dumanı tüten…

Bu kitabı, işi koçluk olsun olmasın herkese tavsiye ediyorum. Keyifli okumalar.

Füsun Çetinel