Renkli Yaşlanmak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

Çocukluğun Tadı

Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?

Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.

HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı 

Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.

Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.

Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?

Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti.  Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana,  ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!

Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.

Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı.  O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir.  Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.

Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.

Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum.  Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.

Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…

Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı.  Ben genelde köfteden de yerdim.  Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.

Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.

Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır,  daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim.  Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri…   Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi.  Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.

Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı.  Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.

Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.

Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.

Füsun Çetinel

Yazı Maratonu Alıştırmaları 2

Yazı Maratonunun Sonuna Geldik

Avusrtralya, Amerika, Kanada ve Türkiye'den yüzlerce kişi katıldı bu çalışmaya. On beş gün sonunda her bir kişinin yazdığı satır uzunluğu 1750 metreyi buldu! Yazdıklarımızın uzunluğundan çok ağırlığı önemliydi benim için. Hiç aklımızda olmayan detaylar bilinçaltımızdan yukarılara çıktı. Kimimiz her gün yazdı, kimimiz aralarda katılabildi çalışmalara. Yazmak için soyunmak gerek ya, gerçekten de başardık bunu, tüm samimiyetimizle içimizdekileri sayfalara döktük. Yine hüzünlendik, yine güldük hem kendimize hem de yazılarını bizlerle paylaşan diğer arkadaşlara. Ve bu etkinliği haftalık çalışmalarla devam ettirme kararı aldık. Çok özel bir birliktelik bizimkisi, yazıkardeşliği. 

Blog üzerinden yazı alıştırmalarını ve izlenimleri sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. 

10. İlkler
Hayatındaki ilkleri düşün! Aklına ne gelirse listele. Ne kadar çok ilkin olduğuna şaşıp kalacaksın. Bunlar benim aklıma gelenler; ilk öpücük, ilk ev, ilk iş, ilk okuduğun kitap, ilk defa ''seni seviyorum'' dediğin zaman. Kim bilir sen neler hatırlayacaksın? Listenden bir tanesini seç ve yaz.

11. Sesler
Lise yıllarında, sivilceli suratlarla diskoteklerde, gazinolarda hangi parçalarla dans ederdin? Unutamadığına eminim! Şimdi yapacağın şey şu: Bir kâğıda birden sekize kadar numaralar yaz. Sonra ekteki ses kaydını dinle ve her numaranın yanına o sesin neye ait olduğunu bulup yazmaya çalış. Bazı sesler sana tanıdık gelebilir, bazılarını belki hiç duymamışındır. Elinden gelenin en iyisini yap. Sonra bu sekiz sesin seni hangi hatıralara götürdüğünü ufak notlarla yanlarına yaz. Ve içlerinden bir tanesini seçip derinleşşşşşşşş.
Ses kaydı https://www.youtube.com/watch?v=OLyufCIOc7k

12. Meditasyon
Evde sessiz, rahat bir köşe bul, otur ve gevşe. Bu çalışma için rahatsız edilmemen gerekiyor.
Birkaç derin nefes al ve vücudundaki gerginlikten kurtul. Şimdi gözlerini kapa, hayalinde, bugün olduğun halini gör, bu koltukta otururken bu odada. Hafifle, koltuktan havalandığını, yükseldiğini gör. Tavan yok, mavi gökyüzüne bulutlara gidiyorsun, hafifsin yükseliyorsun balon gibi. Aşağıya bildik yerlere akarken zaman, yer ve fiziksel vücudun yok oluyor. Her yeri görebiliyorsun, kilometreler ötesini.
Sağa doğru dönüyorsun çok hafif bir kapı var. Kapısı aralık, hafif bir ışık geliyor ve sana çok tanıdık bir melodi.  Başka bir odada tanıdık sesli insanlar var, kapıdan bakıyorsun hepsi çocukluğunun tanık yüzleri. Bir dirhem değişmemişler, hepsi aynı çocukluğundaki gibi. Kendine bakıyorsun sen de aynısın çocukluğundaki gibi. Kolların bacakların çocukluğundaki gibi, elbiselerin aynı.
Odadaki insanlar senin farkına varıyorlar. Biri sana doğru geliyor. Bu kişiyi çok iyi tanıyorsun. Her detayını biliyorsun, sesi nasıl, kendi nasıl. Seni içeride birlikte bir masada oturmaya davet ediyor. Masa sessiz bir odada, bir bakıyorsun üzerinde senin çocukluğunda yemeği ve içmeyi sevdiğin şeylerle bezeli, bardak ve tabaklarıyla kurulu bir masa. Çocukluğundaki gibi oturup bekliyorsun.
Geçmişten bahsediyorsunuz, eski zamanlarda yaptığınız şeylerden. Konuşma çok rahat ve doğal akıyor tıpkı yıllar öncesindeki gibi. Hoşuna gidiyor, mutlusun burada olmaktan.
Sana bir şeyim var diyor, bu kişi. Çocuk avucunun içine bir şey koyuyor. Sen o şeye dikkatle bakıyorsun.  O şeyin mesajını söylüyor sana. Unutmayacaksın bu mesajı. Kalbinde tutacaksın hep. Odadan çıkarken arkanı dönüp birlikte olduğun bu kişiye bakıyor ve el sallıyorsun. Kapıyı arkandan sessizce kapıyorsun.
Yürürken her adımın seni bugünkü yaşantına, yaşına biraz daha yaklaştırdığını fark ediyorsun. Hole vardığında bugünkü halinsin. Bulutlarda süzülüyorsun, tanıdık yerler, evin, oturduğun koltuk ve ağırlığını yeniden hissediyorsun. Koltuğunda oturuyorsun artık. Nefeslerin rahat, şimdidesin.
Hazır olduğunda gözlerini aç, derin nefes al. Kalemi kâğıdı al ve deneyimini yaz! Kimi ziyaret ettin* Bu kişiyi tanımla. Neler konuştunuz? Avucuna konan şey neydi?  Mesaj neydi?
Yazmaya başla!

13. Mektup
Elektronik postalardan önce kalem, kâğıtla mektuplar yazardık sevdiklerimize. Posta kutusundan faturaların arasından çıkan bir mektup başka hiç bir şeyin yerini tutamaz! Evet, kalemi kâğıdı hazırla. Düşün bakalım, geçmişten kiminle haberleşmek isterdin? Hala yaşayan ama izini kaybettiğin biri olabilir, uzun zaman önce aramızdan ayrılan biri... Ona bugünkü yaşamını anlatabilirsin, geçmişte yaşadığın bir kırgınlığı düzeltmek için yazabilir veya bir şey için teşekkür edebilirsin. Bu zarfı postaya vermeyeceksin. Mektup yazarak içini dökeceksin. Kendini serbest bırak, kelimelerin hakkını ver. Mutlaka kâğıt ve kalemle yaz!

14. Sevgililer Günü
Bugün konumuz aşk, ilk veya son aşk, bir deneyim, hayal kırıklığı, sevgi, sevginin her çeşidi, kedi, yazı, öykü, bisiklet. Tutku belki de... Yapmayı çok sevdiğin bir şey. Sevdiklerin hep seninle olsun.

15. Spor Hayatım
Başlığımız yazı maratonu, bu son alıştırma da sporla ilgili. Sporda yenildiğin veya yendiğin bir anı düşün. Ne amaçlamıştın, ne oldu? Sporla ilişkin nasıldı hayatın boyunca? Yapmanı kim istemişti, nasıl başlamıştın, nerelere geldin? Hep iyi miydin? Eğlenceli olacağa benziyor...

Ve İzlenimler...

Ayşecan 
Anılar ve anıları yazmak. Daha önce denediğim ama içine dalmaktan haz etmediğim bir çalışma idi. Bu sefer ne oldu tam olarak çözemiyorum. Daha önce de başkaları ile birlikte yazıyordum ama bu sefer hiç zorlanmadan kendi akışında çıkıyor yazılar. Üzerinde çalışılmamış yazılar. Hiç biri rahatsızlık vermiyor üstelik. Her hatıra bir şeyleri çekiştirip getiriyor. Bambaşka bir hayatı kendi hayatım olarak anlatır gibi oluyorum. Ama her şey çok doğal gerçekleşiyor. Bu kısmı özellikle çok ilginç geldi. Ve çocuk yanım yanımda hazır duruyor. Bana başka soracakların var mı der gibi. İçimden, kendi hayatımdan temel alarak kurgu ne çok hikâye çıkabileceğini görüyorum. Sevdim bu çalışmayı. 

Reyhan
Bir süredir yazamıyordum. Bu maraton başladığında heyecan duydum. Yeniden yazmaya zaman ayırabilmek, üstelik yazdıklarımı çoğunu maraton sırasında tanıyıp sevdiğim birbirinden güzel yazan arkadaşlarla paylaşmak bir armağan gibi geldi bana. Sonuna yaklaşırken maratonun zorladığı tempoyu ve aracı olup açığa çıkardığı ruhu çok arayacağımı hissediyor, şimdiden üzülüyorum. Teşekkür ederim. 

Ayşegül
Bu maraton çalışması benim için bir eşzamanlılık. Maraton öncesi Yeşim Cimcoz hoca ile öykü kitabı çalışmasına başlamıştık. Maratonda yazmaya başlayınca kendime dair unuttuğum ne kadar şey varsa hatırlamaya başladım. Öyküleri besleyecek bir dolu şey varmış heybemde, hepsi birer birer ortalığa döküldüler. Ama en güzeli ne biliyor musunuz ne arkadaşlar? Ben Füsun Çetinel’i sadece iki saat gördüm. Diğerlerinizi hiç tanımıyorum. Yazdınız okudum, yazdım okudunuz. Yorumladınız, hislerinizi paylaştınız. Maraton o kadar değerli bir çalışma oldu ki benim için. Sizler de yorumlarınızla yeni girdiğim bir hayat planında ufkumu açtınız. Hepinize canı gönülden teşekkür ediyorum. Ben iyice gaza geldim ve Yeşim Cimcoz Yazı Evinde, Öyküde ve Romanda Kurgu atölyesine başlıyorum.

Rehan 
Ben bugüne kadar sadece teknik yazılar yazmış, bir mühendis, sol beyin insanıydım. Kitaplar çocukluğumdan beri hayatımın vazgeçilmezleri olduğu için, yazabilmeyi  hep dilemiştim. Ancak bu konuda hiç bir eğitim almadığım gibi, karışık bir zihnim, özgüven noksanlığım bir ton çekincem vardı. Maratonu görünce katılmayı çok istedim ama bir o kadar da çekindim. Niyetim sadece sizleri okumak ve feyiz almaktı. İlk gün öğretmen yazısını yazdım ve fakat cesaret edip yollayamadım. Sonra ikinci gün, üstüme bir cesaret geldi. Kaybedecek neyim vardı ki? Ya herrü ya merrü diyerek yolladım yazımı. Sonrası malum işte, düşe kalka koşuyorum ekiple. Ben bu grubu, maraton olayını çok çok sevdim. Beni mutlu ediyor. Zihnim açıldı, ellerim açıldı sanki. Bir de yazdıkça ferahladığımı görüyorum. Konunun sabah verilmesi, bir temaya yoğunlaşmak çok yardımcı oluyor. Sonra tabii o konuda farklı kalemleri okumak inanılmaz keyifli ve faydalı. Keşke bu çalışmaya benzer şeyleri daha sık yapabilsek. Kısacası ben bu ekibi ve çalışmayı çok faydalı, çok etkili buldum.

Funda
Beni kendi içime yönlendirip, kendimle hesaplaşmama yol açtı,  geçmişimi tekrar düşünmeye başladım ve yorumladım. Yazıyla birlikte bilip de bilmeyi istemediklerim ya da unutmayı tercih ettiklerim su yüzüne çıkmaya başladılar. Sanki ben bir filmin başrolündeydim ve kendimi perdeden izliyordum, acımasızca eleştiriyordum. Bu filmin zaman zaman iyi, bazen kötü bazen de iflah olmaz karakteriydim.

Söz Uçar Yazı Kalır
On dört gün on dört harika yazı çalışması! Heybemizde neredeyse bir kitabı dolduracak metinler var, aklımızda yazacak, yazmayı düşündüğümüz bir dolu şey. Bu çalışmaya katılan arkadaşlarıma sonsuz teşekkürler, onlarla birlikte ben de yazdım ben de büyüdüm.

Füsun Çetinel



Konuşan Masa

Masa Konulu Tablolar


Konuşan masa etrafında on iki meraklı kişiydik. Kimimiz ressam, kimimiz yazar, kimimiz sahne sanatlarından. Yıllardır görmediğim sevgili dostum, çocuk kitapları illüstratörü Huban Korman’la da Konuşan Masa sayesinde karşılaştım.

Çağla Göksu, Mimar Sinan Üniversitesinde plastik sanatlar koordinatörü ve ressam. 120 tablo görseli eşliğinde, bize Rönesans’tan günümüze Avrupa’da ve Türkiye’de, masa konulu figürleri tanıttı. Masa kültürü Türklere çok daha sonraları geldiği için gösterilen eserler tabi ki de Batı ağırlıklıydı.

Leonardo da Vinci'yle başlayıp Recep Batuk’la bitirdik geceyi 
Pieter Brueghel’in masasında, İncil’in dışında günlük hayatın rastgele izlerini ve neşesini yakaladık. Manet, Monet, Renoir, Degas, Gaugin, Picasso, Holbrook, Şeker Ahmet Paşa, Mahmut Cuda, Fikret Mualla, Cihat Burak’ın masalarında bize anlatmak istedikleri hikâyeyi görmeye çalıştık. Göremediklerimizi de güler yüzlü eğitmenimiz Çağla Göksu gösterdi. Bimece parçalarını on iki çift meraklı gözle bir araya getirdik.

Öykü bütün sanat dallarından beslenir ama bence en çok şiire ve resme yakındır. İyi öyküler, sözcüklerle yapılan resimler değil midir zaten? Hemingway örneğin, Beyaz Fil Tepeler öyküsünü yazarken, Cezanne’den, onun ‘’basitmiş gibi görünen fırça darbelerinin aslında duygularını son derece kontrollü bir biçimde dışa vuruşundan’’ yararlandığını söyler.


Ben en çok Frida Kahlo’nun yemek masasından etkilendim. Leonardo’nun masasında et, şarap, ekmek varken Frida kendini yatırmış masaya, üzüntüsünü, hastalığını, ölümünü, erkekleri, düşüncelerini. Yemek masasını ameliyat masasına çevirmiş. Üretkenliğini, kısırlığını sorgulamış. Tüm yaşamını didik didik etmiş bu masada. Kendi kendini yemiş bitirmiş. Kutsallığı simgeleyen beyaz masa örtüsünü bir kenara atmış, yeşil sermiş masaya. Doğanın yeşili onun kutsallığı. Güneşin doğuşu, batışı. Sonra her tarafına ok saplanmış bir geyik var tam masanın önünde, Frida hep yaralıydı ya zaten. Acılarını resmeden kadındı o.


Vincent Van Gogh’un masasında ışığın vurduğu tozlu patatesler var. Sabah, öğlen, akşam yenen ama hiçbir zaman şikâyet edilmeyen patatesler. Karanlık bir huzur var aynı masanın etrafına toplanmış yoksul insanların suratında. Patates ekenler. Patates Yiyenler.


Salvador Dali’nin masası ise sürreal. Belleğin Azmi ya da Eriyen Saatler(La Persistencia de la Memoria ) diye bilinen tablosunu yapmak için atölyesinde çalışıyormuş. Bir zaman kompozisyonu kurmak istiyormuş ama nasıl yapacağına bir türlü karar veremiyormuş. Zaman nasıl çizilir? Belki bir saat çizebilirim, diye düşünmüş.  Çok sıradan gelmiş. Biraz şarap içmiş,  birkaç üzüm atmış ağzına. Camambert peyniri masanın üzerinde tabakta duruyormuş. Uykusu gelmiş, kanepesine kıvrılıp yatmış. Sabah uyandığında yanı başında erimiş, kendini odanın sıcağına teslim emiş, Camambert ile göz göze gelmiş. İşte bu demiş, şekil değiştiren, eriyen bir zaman tam da aradığım. Artık kompozisyonunu nasıl kuracağını biliyormuş.


Botero’nun piknik örtüsünü es geçemem. Tombul muzlar, çatlayacak denli büyük portakal.Kendi tarzında şişman insan modeli ile hafızalara kazınmıştır sanatçı. Gerçekçi dünyaları anlatırken gerçek dışılık yaşatır. Fizik kuralları yerine kendi bakış açısını verir. Yemek yemenin ve şişmanlığın tabu olduğu günümüzde bana cesaret verdiği için seçtim inadına.


Mihri Müşfik Hanım.  Kendisi farkına varmamış da olsa çok farklı resmetmiştir masadaki karpuzu. Gerçeklerle yüz yüze bir kadın olarak çekirdekli bir karpuz çizmiştir. Aynı ve daha eski dönemin erkek ressamlarının tablolarındaki karpuzlar ise çekirdeksizdir. Hizmetkârları veya eşleri, karpuzun çekirdeklerini ayıklayıp öyle masaya getirmiş olmalılar. Başka nasıl açıklanabilir ki bu çekirdek meselesi?


Recep Batuk’un masasındaki Sucuklu Yumurta basit, sıradan ama bir o kadar da insana ait. Sanatçı bir pazar sabahı evinden çıkar. Apartmanın içini sucuklu yumurta kokusu sarmıştır. Canı fena halde sucuklu yumurta çeker ancak çalışmak için bir an önce atölyesine gitmesi gerekiyordur. Baştan çıkartıcı koku hep aklındadır. Atölye çevresinde hiçbir açık bakkal bulamaz, ancak tuvaline tava içinde yağları cızırdayan sucuklu yumurta çizer.

Masa ve yemek iki ayrılmaz parça. Biz de gece boyunca bunun keyfini çıkarttık. Aynı masanın çevresinde yedik, içtik, sanatçıları ve sanatı konuştuk. Konuşan Masa’da çok değişik temalar var ve her gün yenileri eklenmeye devam ediyor; Masallarda Yemek, İki Mutfağın Kesiştiği Noktada, Bizans’tan Osmanlı’ya İstanbul Mutfağı, Likör ve Şerbet Yapımı Atölyesi.

Detaylı bilgi için;
http://konusanmasa.com/?p=116

Füsun Çetinel


Yazı Maratonu Alıştırmaları 1


Yazı Maratonu Devam Ediyor...

Dokuz günün sonunda aşağı yukarı 1000 metre uzunluğunda bir satıra yazı yazdık! Az buz değil. İş güç, hayat gailesi vız geldi tırıs gitti. Adı üzerinde, Hayatım Roman Yazı Maratonu. Disiplini bozmadık, durmadık yazdık. Birbirimizin yazdıklarını okuduk, duygulandık, kimi zaman ağladık kimi zaman güldük. Kendi unuttuklarımızı hatırladık. Utanmadan sıkılmadan soyunup tüm samimiyetimizle yazdık. Belki sizler de yazmak istersiniz diye dokuz günün alıştırmalarını paylaşıyorum.

1. En Etkilendiğim Öğretmen
Liste yapmak günlük hayatımızda sıklıkla kullandığımız yararlı bir alışkanlık. Bilgi toplamanın da en kısa yolu. Alışveriş listesi, sınıf listesi, arkadaş listesi, ilaç listesi. Kronometreyi beş dakikaya ayarla ve listele! Senin üzerinde çok büyük bir etki bırakan öğretmenin hakkında aklına ne gelirse, cümle kurmadan kelimelerle listele. Nasıl biriydi? Nasıl kokardı? Ne giyerdi? Nasıl konuşurdu? Sadece cevaplarını bildiğin şeyleri yazmak zorunda değilsin. Bildiğin bilmediğin her şeyi listele! Sonraki bir kaç dakikada bu listeyle öğretmeninin kısa bir hikâyesini yaz!

2. Groundhog Day - Dağsıçanı Günü
Her yıl 2 Şubatta, Amerika'da Dağsıçanı Günü kutlanır. Pennsylvanya'da sabah 7.20'de Punxsutawney Phil kovuğundan çıkıp kışın bitmesine ne kadar kaldığını bildirir. Altı hafta daha! Bu tür tahminlere ne kadar değer veriyorsunuz? Kırık ayna, siyah kedi sana şanssızlık getirir mi? Kaşınan avucuna hiç para geldi mi? Güneş girmeyen eve doktor girer mi gerçekten? Merdiven altından korkmadan geçer misin? Bugün batıl inançlardan, inançlardan, kalıplardan bahsedelim biraz da. Ama ilk önce Groundhog Day nedir araştır!

3. Yazmak Çok Eğlenceli
Bugün yazında devrim yap! Bilgisayarda yazıyorsan karakterleri büyüt, fondu değiştir, renklendir. Deftere yazıyorsan bambaşka renklerle yaz. Yazının içeriği nasıl da değişecek. Bugün, sevdiğin veya sevmediğin bir özelliğini yazacaksın. Bu vücudundaki bir iz, ben, yara, et beni veya siğil olabilir. Karakter özelliğin olabilir, inatçı, asabi, hayır diyemeyen... Davranış olabilir, tırnak yemek, tik. Seni engelleyen veya benzersiz kılan bir özellik. Seni diğer insanlardan farklı kılan bu özelliğini anlat. Nasıl hissediyorsun? Elinden gelseydi değiştirir miydin? Patricia'nın sağ baldırında bir doğum lekesi varmış. Gençliği boyunca annesi etek boyunu ona göre ayarlamış. Kızın başına dert olmuş leke:)

4. Hafıza Envanteri
Bugün hafıza envanterinde şöyle bir gezintiye çık! Geçmişten gelen eşyaların ve hikayeleri. Bu eşya sana çok eski aile büyüklerinden kalmış olabilir. Veya onu yaşamının bir evresinde çok beğenip satın almış olabilirsin. Sana anlam ifade eden herhangi bir eşyayı seç. İlk önce bu şeyin fiziksel tanımını yap ki okuyucun gözünün önüne getirebilsin. Sonra da anlat. Bu eşyanın ilk sahibinin yaşadığı zaman ve yer? Sana kim verdi? Senden önce başkasına mı aitti? Sana ne ifade ediyor? Nerede saklıyorsun veya sergiliyorsun? Dolap köşelerinde bir yerlerde mi gizli yoksa salondaki büfe üzerinde mi? Patricia'nın hazinesi ananesinden kalma beyaz çiçekler ve koyu yeşil yapraklarla bezeli muhteşem bir cam sürahi. 1933 yılında evlenen ananesine evlilik hediyesi olarak gelmiş. Sadece çok özel zamanlarda kullanıyor...

5. Çocukluğun Tadı
Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. O zaman, bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım. İlk önce çocukluğunun yemeklerini listele. Sadece kelimeler. Sonra listeden bAir tanesini seç ve onu etralıca yaz. Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun, nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi yoksa her gün mü pişerdi? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar yer etti? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

6. Kısa Mesafe 
Artık atağa kalkma zamanı geldi. Bu günkü çalışma için bu yazının sonunda beş kelime vereceğim. Kelimeleri merak edip okumaya başlama lütfen! Her kelime için bir dakika yeterli. Kronometreyi ayarla. Aklına geleni yaz, kısa ve etkili, kelime yazmak veya kelime kelime yazmak en iyisi. Her şey kabul, ne kadar mantık dışı olursa olsun. Ve bu şekilde beş kelimeyi sırasıyla tamamla. Geriye dönüp oku bakalım neler yazmışsın, ne komik ve çılgınca şeyler. Bir tanesini seçip onun hikayesini yaz.
Kelimelerimiz: 1. Mantarlar 2. Kırık bir şişe 3. Rüya görmek 4. Eller 5. Matematik.

7. Hafıza Şöleni
Evet yazı maratonunun yarısına geldin ve ikinci yarılar hep daha çabuk geçer, yazmanın keyfini çıkar. Bugün fazla bir açıklama vermeyeceğim. Sadece yaşamanı istiyorum. Zaten de aşağıdaki videoyu izlemen yeterli olacaktır sanırım. Aklına yazmak için yüzlerce şey üşüşecektir. Dinle, izle ve özümse. Bir şey hatırlamaya, not almaya çalışma. Arkana yaslan ve gevşe! Yazmak için gerekli olan şey kendiliğinden gelecektir.
Video izle-- http://www.youtube.com/watch?v=c9KHo9z86rA

8. Alışkanlıkları Kırmak
Yazarlar alışkanlıkları olan yaratıklar. Kalemleri, belirli kâğıtları, masa ve iskemleleri, olmazsa olmazları var. Bugün bunlardan kurtuluyorsun. Her zaman yazmadığın bir yerde yazmayı dene! Açık havada, parkta, ormanda, deniz kenarında... Hava çok soğuksa kapalı ama farklı bir mekânda yaz! Kafe, restoran, banka neden olmasın? Belki gürültülü ve kalabalık bir restoranda. Her zamankinden biraz hızlı yaz. Günün karmaşası içinde yazacak bir yer illaki bulursun. Yazına şu cümleyle başla
'' ... olduğunda yanlış yapacağımı biliyordum.''
Cümle seni nereye götürecek bakalım?

9. Hastalıklar
Bugün konumuz hastalık! Çocukluğunda ailen hastalıklara, yara berelere nasıl tepki verirdi? Evde hazırlanan ilaçlar var mıydı? Tavuk suyuna çorba, Viks krem, bebek aspirini, veya hatırladığın başka ev ilaçları neler? Belki de hastalıklar ortada kan ve kırık olana kadar pek ciddiye alınmazdı? Çocukken, hasta ve yaralı olduğunda, nasıl tedavi ederlerdi seni, yaz!

HayatımRomanYazıMaratonu facebook sayfamıza katılabilir, günlük alıştırmaları izleyebilir ve yazarak bizlerle paylaşabilirsin. 

Füsun Çetinel

6 Dakika'da Elveda


6 Dakika Nedir?

Çok pratik bir yazı alıştırmasıdır. 

Her güne ayrı bir kelime seçilir. Bunu seçmenin çeşitli yaratıcı yolları vardır. Okuduğunuz bir kitabın sayfalarından, bir sözlükten veya gazetelerden rastgele bir kelime seçebilirsiniz. Başka bir yol da, yazıevimizden temin edebileceğiniz A3 boyutundaki 365 günlük kelime posteri. Çalışma masanızın üzerine asabileceğiniz posterden her güne bir kelime seçip yazmaya başlayabilirsiniz.

Kronometre altı dakikaya ayarlanır, beyin rahatlatılır ve kalem boş defter sayfasının üzerinde çılgınca koşmaya başlar, ta ki altı dakikanın bitiş gongu sizi durdurana kadar. 

6 dakika bir alışkanlıktır, yazıya ısınmadır, her yazarın can dostudur. 6 dakikalar size saçmalama hakkı verir, sizi tetikler, ortaya çıkan kısa metinlerden başka metinler yaratabilirsiniz. 6 dakikalar kurgu istemez, karakter gerektirmez, mantık aramaz, düzelti istemez. 6 dakikalar yazar tıkanıklığının bir numaralı ilacıdır.

Yeşim Cimcoz Yazı Evi'nde, 2013'ün son kelimesi Elveda'ydı. Herkesin elvedası kendine, bu da benim ki... 

Astala Vista bebek, hayat şirin bir şebek!

Tüm angarya işlere elveda. Astala Vista sorumluluklar, ricalar, ay hadi amalar, lütfenler, bir bakar mısınız, siz güzel yazıyorsunuz, iki satırcık çeviri yapa mısınız, öyküme bir el atar mısınız, işte anahtarım kedime göz kulak olur musunuz? Beni hastaneye götüre elveda. İşim var artık ben de meşgulüm. Sırıtan isteyişlere elveda. Hırsa, kıskançlığa, açgözlülüğe, daha daha daha çok isteyenlere elveda. Gösterişe, takıp takıştırmaya, olmadığın gibi görünmeye, ben ben ama yine de ben diyenlere elveda. İşe yaramaz uğraşlara elveda, asık suratlara, kaprislere, yanlış anlamalara, ne aradığını bilmemeye elveda. Höyküren, haykıran, bağıran, şımaran, sonradan görmelere elveda. Şaşaaya, debdebeye, markaya, tüketime, kredi kartlarına, hep daha daha diyenlere elveda. Karmaşık işlere, ilişkilere, en dediydimcilere, ah o gençlik söylemine, şimdiki aklım mantrasına, o da bana şunu demişti ama diyen fil hafızalara elveda. Astala Vista bebek, hayat şirin bir şebek!

Haydi bir cesaret siz de 6 dakikalara başlayın. Sizin kelimeniz ne?

Füsun Çetinel


Romanya' da Renkli Yaş Aldım


Craiova’dan İzlenimler


Sevgili Füsun Çetinel,
23.06.2013’den 29.06.2013 tarihine kadar Romanya’nın Craiova şehrinde yapılacak olan Colorful Ageing; hikâye anlatma, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, EDUNET tarafından organize edilecek Grundtvig programına seçildiğinizi ve tüm masrafların tarafımızdan karşılanacağını haber vermekten memnuniyet duyarız.

Bu iletiyi posta kutumda gördüğüm anda gözlerime inanmadım çünkü içinde yazan her şey bana bu kadar mı yardı? Hikâye anlatmak, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri, yaş almanın dışında tabi ama onun da başında renkli kelimesi vardı ki bu her şeyi değiştirirdi. Evet, bir dostumun belki de farkında bile olmadan, facebook’ta paylaştığı bir programa başvurmuş ve kabul edilmiştim.

EDUNET organizasyon başkanı Victor Dudau, Almanya, Bulgaristan, Yunanistan, İngiltere, Finlandiya, Fransa, Danimarka, Belçika, Türkiye, Portekiz, on katılımcıyı ve görevli gönüllüleri kapsayacak şekilde mail grubu açtı, facebook’ta arkadaş olduk, birbirimizin yaptığı işleri, yaş ve aile durumlarını öğrendik yani birkaç gün içinde daha Craiova’ya gitmeden arkadaş oluverdik.

Bükreş’e varış zamanımıza göre buluşma grupları oluşturduk. Ben ve Yunanlı arkadaşım Anna sabahın erken saatlerinde Bükreş havaalanında birbirimizin kollarına atıldık ve konuşu konuşa şehri bir baştan bir başa yürüdük. İkimiz de yürümeyi, insanlarla sohbet etmeyi, kahve içmeyi seviyorduk. Akşamüstüne doğru tren garında Portekizli Fernando ile buluştuk. Craiova’ya kadar olan üç saatlik tren yolculuğunun sonunda birbirimizi yıllardır tanıyorduk sanki. Otelimize vardığımızda saat gecenin on biriydi ama lobide bizi şnitzel, patates ve soğuk biramız bizi bekliyordu. Diğer katılımcılar çoktan odalarına girip uyumuşlardı. Bizler de yorgunduk ama ertesi günlerin heyecanı ile biraz daha sohbet ettik.

Ertesi sabah otelin bahçesinde hem kahvaltı ettik hem de herkesle tanıştık. Victor ve öğretmenler ile yürüyerek kısa bir şehir turu yaptıktan sonra Beethoven Duyma Engelliler Okuluna gittik ve çalışmaya başladık. Sol avuç içi benzerliğine göre ikişerli gruplara ayrıldık. Ben ve Danimarkalı Marienne eşleştik. Ayakta birbirimizin kafası üzerine koyduğumuz kâğıtlara görmeden resimlerimizi çizdik, birbirimize sorular sorduk. Daha sonra herkes eşini gruba tanıttı. On farklı ülkeden on renkli insanı tanımak muhteşemdi.

Bu günler içerisinde yaşlanmayı, beraberinde getirdiği problemleri, toplumun diğer kesimlerinden izolasyonlarını nasıl önleyebileceğimizi, ülkelerin bu sorunlara nasıl çözümler üretebileceği, onları tekrar nasıl üretici konumuna getirebileceğimizi konuştuk. Hikâye anlatmak Leitmotif’imizdi pek tabi.
Otelde verilen bir çay partisinde çevre okullardan seçilmiş kızlı erkekli bir öğrenci grubuyla tanıştık. Doğum günlerimize göre eşleştik. Benim eşim on dört yaşındaki Livia oldu. Çok güzel İngilizce konuşuyordu. Türkiye’den getirdiğim fotoğrafları, broşürleri gösterdim. Nelerden zevk aldığımızı anlattık birbirimize. O bana yaptığı resimlerin fotoğraflarını gösterdi. Konuşmaya doyamadık.

Daha sonraki günlerde genç arkadaşlarımız kiliseleri, parkları, müzeleri dolaşırken bize rehberlik etti. Huro duygulu sesiyle Fince şarkılar söylerken ağaçlar altında biralarımızı içtik. Romen yemekleri yedik, üzüm bağlarından şarap içtik, Romanya’nın tarihini ve hikâyelerini dinledik. Bizi Craiova’da ağırlayan herkes rahat etmemiz ve mutlu olmamız için elinden ne geliyorsa yaptı, Romanya’yı sevmek için hiçbir şey eksik değildi.

Kültür gecesinde herkes ülkesinden getirdiği yemek, broşür, bayrak ve hediyelerle bir masa donattı. Müziklerimizi çaldık, farklı dansları öğrendik. Rakı, uzo, şarap ve adını hiç duymadığımız şeyleri içtik. Victor ve Romen arkadaşları kendi masalarını kurdular, yerel adetlerini ve danslarını gösterdiler. Ben dansöz kıyafetiyle göbek atmak zorunda kaldım.

Beethoven okulunun bilgisayar odasında sosyal medya öğretmenimiz İlleana ve öğrencilerinden photoscape öğrendik. Facebook hesabı olmayanlar açtı. Blog yapmayı öğrendik. Bloga fotoğraflar yükledik. Hikâyelerimizi yazmaya başladık. Daha deneyimli olanlar diğerlerine yardım etti. Aralarda kahve içtik, leziz pastalar, taze vişneler yedik. Duyma engelli çocuklarla oyunlar oynadık.

Livia ve ben ortaklaşa bir hikâye panosu hazırladık. Zamk, renkli kartonlar, boya kalemleri, yapışkanlı resimler ve oyun hamuru vardı. Bende kurutulmuş bir denizatı, nazar bocuğu, kuş tüylri, kartvizit, resimler vardı. Hepsini güzel bir kompozisyon içinde panoya yapıştırdık. Livia resim çizdi, oyun hamurundan çiçekler yaptı, konuştuk, paylaştık, güldük ve meydana çıkan şeyle gururlandık. İkimiz de yaratıcılığı, okumayı, hayvanları ve öğrenmeyi seviyorduk. Livia benim panomu herkese müthiş İngilizcesi ile tanıttı. Onun sözlerinden hayatımı dinleyince hiç de sıkıcı bir yaşamım olmadığının farkına vardım.

Livia beni çocuk hastanesine götürdü. Resim öğretmenlerinin rehberliği altında yetenekli altı kişilik bir grup çocuk bölümünün duvarlarını masal kahramanları ile boyuyorlar. Tüm malzemeleri daha önce yaptıkları resimleri satarak temin etmişler. Yataklardaki çocuklar sevinç içinde duvarlarda beliren Miki ve Minileri seyrediyorlardı. Livia’nın öğretmen olan anne ve babasıyla da tanıştım, onları İstanbul’a davet ettim. Bana çok güzel kolye, iğne, kitap arası yapmış. Ben de ona Türkiye hatıraları hediye ettim.

Craiova’daki günlerimi unutamam. Marie Claire’in buğulu Fransız şarkılarını, Sarah’nın çikolatalı kek krizlerini ve yanından ayırmadığı oyuncak ayısını, sevgili Bulgar komşum Venelin’i, müthiş sesli Urho’yu ve salıncakta sallanışını, Marienne’nin anlattığı hikâyeleri, Fernando’nun çekirge ve ateş böceği arasındaki farkı bize yüzlerce kez anlatmasını, ilk kez çubukta dondurma yiyen Wim’i, Yunanlı arkadaşım Anna’yı nasıl unuturum. Alman arkadaşım Katherina’nın öykü kitabı hala yanı başımda durur. Açar açar okurum.

Neler öğrenmedik ki? Kont Drakula, Kazıklı Voyvoda, Çingeneler, gurbete çalışmaya gidenler, arkada bırakılan yaşlılar ve özürlü çocuklar. Yıkılmaya yüz tutmuş binalar. Yasaklar getirilen üzüm bağları. Avrupa Birliğinin hiç de matah bir şey olmadığı. Kotalar.

Son gün herkes öğrendiklerini kendi ülkesinde nasıl uygulamaya koyacağını anlattı, hepimizin farklı uğraşları olduğu için çok zengin bir bilgi alışverişinde bulunduk. Aramızda tarihçi, hikâye anlatıcısı, tur operatörü, emekli öğretmenler, ormancı, kaptan, bilgisayarcı, çevre eğitmenleri ve yazarlar vardı.

Kalbimin bir parçası hep Romanya’da ve oradaki dostlarımda kaldı. Livia ile yazışıyoruz, eminim ki bir gün yeniden karşılaşacağız. Bir sürü parçası da diğer dostlarımla dünyanın dört bir köşesine dağıldı. Neyse ki kalbim kocaman, yaşam ve edebiyat sayesinde büyümeye devam ediyor.

Mutluyum, yeni projeler şekillendi, ortaya çıktı ve çıkmaya devam edecek. Renkli Yaş Almak da bu çalışma sayesinde ortaya çıkan projelerden sadece bir tanesi.

Beni takip etmeye devam edin.

Füsun Çetinel

Yeşim Cimcoz Yazı Evi

Yazı Evi Nedir? 


Yazı Evi yazarın sığınağıdır. Kendine ait odasıdır.

Yazar bu evde kimseye ne yazdığına dair hesap vermek zorunda değildir.

Çoluk çocuğuna yemek hazırlamaz. Aklı dağ gibi çamaşırda, ütüde kalmaz. İçeriden kimse ''anneee tişörtümü gördün mü, anneee yemek hazır mı'' diye seslenmez, eteğini çekiştirmez.

Kapıcı çöpü olmaya, postacı başka dairelerin mektuplarını, faturalarını vermeye zırt pırt gelmez.

Birileri hep çay kahve yapar. Kek, börek getirir. Bereketi boldur.

Kütüphanede Türkçe, İngilizce yazmaya dair türlü kitap bulunur. İnternet vardır. Kalem vardır. Odalarda sizin gibi, sizi anlayan başka yazarlar çalışır, araştırır ve yazar.

Atölyeler, seminerler, söyleşiler, masal geceleri düzenlenir.

İlham ve perileri,

Kapalı kapıların ardında yazma cesareti, inanç, ben de yazabilirim duygusu,

Saçmalama hakkı vardır.

Kadıköy’ün tam ortasında, Nazım Hikmet Kültür Merkezinin arkasında, sokaklarında sahafları,

Kapısında tekir kedisi,

Perşembe sabahları sokaktan geçen baba kız akordeoncusu,

Geleni gideni, sürprizi, turuncu bir duvarı, sevimli perdeleri, cam önü sallanan koltuğu,

Kelimeleri, 6 dakikaları, kahramanı, masalı, edebiyat sohbetleri, öyküsü, hikâyesi vardır.

Kahkaha, gözyaşı ve anlayış vardır.

Kadını, erkeği, genci, yaşlısı herkesi kucaklar, ayırım yapmaz.

Öykünün Ev Hali’nin çıkış noktasıdır, kısacası yazarların ev halidir.

Lütfen detaylı bilgi edinmek için siteyi dikkatlice inceleyin
http://yazievi.yesimcimcoz.com/

Füsun Çetinel




Sevdaya Zincir Vurulmaz

Renkli Yaş Almak bu işte!

Herkesin yaşamı biricik ve o yaşamdan öğrenilecek o kadar çok şey var ki. Renkli Yaş Almak projesi kapsamında herkesi yaşamını kitaba dönüştürmeye ve deneyimlerini genç kuşaklara aktarmaya davet ediyorum. Sandıklardan, albümlerden fotoğraflarınızı, hatıralarınızı çıkarın, korkmayın geçmişle yüzleşmekten. Kelimeleriniz bırakın aksın satırlara. Gerisini bana, kitap danışmanınıza bırakın. Birlikte size bir kitap oluşturalım.

Fatma Başural cesur bir öğretmen, bir eş, bir anne. Tüm olanlara rağmen yaşama bağlılığını, sevincini, azmini kaybetmemiş.

İlk görev yeri olan Rize'nin İyidere ilçesinin Yalı köyünün deniz kıyısında öğrencilerine okuma yazma öğretmiş bu yaratıcı öğretmenimiz.

''Okulun önü kumluktu. Deniz yükselince dalgalar  merdivenlere çarpardı. Ben de öğrencilerimi sık sık kumlara indirip kum üstüne yazma yarışmaları yapmaya başladım. Denizi silgi, kumu da karatahta olarak kullanıp fırsat eğitimi yapıyordum.''

Ceres Yayınları'ndan çıkan ilk kitabı Sevdaya Zincir Vurulmaz sanırım onun son kitabı olmayacak. Anlatacak o kadar çok şeyi var ki. Üstelik şiir de yazıyor kendisi.

Fatma Başural ile birlikte bu kitabı hazırlarken insan yaşamının sürprizlerine, güzelliğine ve anlaşılmazlığına bir kere daha hayran kaldım. İyi okumalar dilerim.

Füsun Çetinel

Okuyucu


O Bir Gönüllü Okuyucu

Herrenbach anaokulunun girişindeki duvarı boyarken tanıştım kendisiyle. Gülümseyerek kendisinin bizler gibi bir gönüllü olduğunu anlattı. Haftada bir gün saat 11'de iki beş yaş arası çocuklara kitap okumaya geliyormuş.

Okulun öğrencileri genellikle Türk, Romen, Çin, Rus, Bulgar işçi çocukları. Kendi ana dillerini doğru düzgün konuşmadıkları gibi Almancayı da pekiyi öğrenememişler daha. Okulda başarılı olabilmelerinin tek şartı ise en azından bir dili çok iyi bilmeleri ve kendilerini düzgün ifade edebilmeleri.


Okuyucu, emekli bir ilkokul öğretmeni. Sırt çantasında resimli, renkli kitapları, sabahtan bisikletine atlayıp okul okul dolaşıyor. Ziyaret ettiği okullar genellikle yabancıların yoğun olduğu bölgeler. Amacı iki kültür arasına sıkışıp kalmış bu çocuklara kitap okuma alışkanlığı kazandırmak, okunanlar üzerine düşünmelerini ve doğru bir Almanca öğrenmelerini sağlamak.

Akşamları da boş durmuyor okuyucumuz. Bir arkadaşının kafesinde ücretsiz okuma saatleri düzenliyor. Katılımcılar genellikle emekli, işsiz veya maddi durumu uygun olmayan ama okumayı seven kişiler olduğu için kafe sahibi de herhangi bir ücret talep etmiyor, hatta herkese birer kahve ikramı bile var.  Yeter ki daha çok insan kitap okusun, boş vakitlerini anlamlı bir şekilde değerlendirsin.

Onu çocuklara kitap okurken dinlemeyi çok istesem de boya ve fırçalarımı bırakıp görev yerimden ayrılamadım. İki defa Antalya’ya tatile gittiğini ve Türkleri çok sevdiğini söyledi. Ekonomik durumu düzelir düzelmez ilk fırsatta yine Türkiye’ye tatile gitmek istediğini anlattı. Kitaplara ve okuyup yazmaya tutkun iki dost olarak beraber hatıra fotoğrafı çektirdik ve birbirimize teşekkür ederek ayrıldık.

Etrafımda o kadar çok boş zamana sahip eğitimli insan var ki, neden onlar da okuyucu olmasın ki dedim kendi kendime. Sonra hemen Ataköy Taşlık Kahve sahibi iki muhteşem insanı hatırladım.

Özkan Bey ve Saadet Hanım, karı koca yıllarca emekle okuyup biriktirdikleri onlarca kitabı ve dinledikleri plağı bu kahvede herkesin hizmetine açmışlar. Ücretsiz edebiyat seminerleri, film geceleri, yazarlarla söyleşiler düzenliyorlar. Her aradığınız kitabı hiç zorlanmadan anında çıkarıp size veriyor, kitap hakkında kıymetli bilgilerini paylaşıyorlar. Bilgileri sınırsız, kalpleri kocaman ve Saadet Hanımın kekleri, börek ve sarmaları, çayı unutulacak gibi değil.

Evet, okuyucumuz olmayabilir ama bizim de Ataköy Taşlık Sahaf Kahvemiz var. Çok sevgili Kitap Baba ve Kitap Annemiz var. Yolunuz Ataköy'e düşmese bile ne yapın ne edin kitap dostu bu kahveyi mutlaka ziyaret edin.

Füsun Çetinel

Yazar Tıkanıklığı

Diyeceksiniz ki yazar lavabo mu ki tıkansın. İzin verirseniz şöyle açıklayayım.

Yazar mutlu mesut yazıp giderken birden bire yazamadığını, ilham perilerinin artık onun yanında olmadığını ve yazarlık çeşmesinin kuruduğunu fark eder. Aklına yazacak enteresan hiçbir şey gelmemektedir.

Dünyanın sonu mudur bu? Evet, bir yazar için gerçekten de dünyanın sonu gelmiş demektir.

Peki bunun üstesinden nasıl gelir?

Yazarın lavabosu bilinçaltıdır. Gerçek bir lavabo gibi pisliklerle, artıklarla tıkanabilir bilinçaltı. Bunlar neler derseniz, çocukluğumuzdaki tacizler, aşağılanmalar, ana baba didiklemeleri, kıskanç arkadaşlarımızın laf sokuşturmaları, eşimizin bizi beğenmemesi gibi kabul etmekte zorlandığımız her şey bilinçaltımızda, yani kişinin borularında, birikir ve lavaboyu, yani bilinçaltını tıkar. Bu da yazamamaya neden olur. Çünkü yazabilmenin en önemli şartı bilinci serbest bırakabilmektir.

Tüm bu geçmiş olayları içine atan kişi bir süre sonra bunları taşıyamaz hale gelir ve bir gün ortada hiçbir neden yokken boruları patlar, sular seller gibi ağlamaya başlar. Her şey taşmaya başlamıştır artık. Yazara gereken de budur işte. Taşmak ve lavabosunu yani bilinçaltını pompalayarak açmak.

Çocukken uğradığımız aşağılanmalar, kötü sözler, lakaplar, öğretmenimizin kulağımızı çekiştirmeleri, minik elimize cetvelle vurmaları, tartaklanmalar, polis ve doktor korkusu, belediye otobüslerinde uğradığımız ama bir türlü emin olamadığımız tacizler. Bunların hepsi gün geliyor patlak veriyor, hele ki bir kadınsak.

Ne yazacağım diye dertlenmeye gerek kalmamıştır artık. Tek yapmanız gereken bir zamanlar yaşadığınız tüm kötü deneyimleri bilinçaltınızdan bilinçüstüne çıkarmak ve yazıya dökmektir. Hadi tüm yazarlara kolay gelsin bakalım.

Füsun Çetinel


Gezi Nesli

Ben nesline ne oldu?

''Olmaz kızlar, ana babaya bu kadar direnilmez,'' diye söylendi Nihal teyze sitemkâr gözlerle bizleri süzerken. Ben sesimi çıkarmamayı yeğledim. Sonya kendini tutamayıp atladı.
''Hayat onun değil mi? İstediği gibi yaşar. Bir de onun hikâyesini dinlemek gerek. Kim bilir söyleyecek neleri vardır.''
Nihal teyzenin direnmekle suçladığı kızı Berrin otuz beş yaşına gelmiş bir banka müdürüydü. Annesinin onaylamadığı beş parasız, işe yaramaz adamın tekiyle evlenivermişti.
Otoriteye soru sorulmaz, sorun çıkarılmaz, aksilenmez, robot gibi yaşanır. Buydu eski kuşaklara göre mutlu aile ve toplum yaşantısının sırrı.
Bizler ana baba olduğumuzda çok daha iyisini yapmak, aynı yanlışları yinelememek adına çıktık yola.
''Anne biliyor musun,'' diye heyecanla mutfağa dalan çocuğumuza,
''Onu bunu bilmem. Sen kaç soru çözdün bugün?''
''Odanı topladın mı?''
''İki kuruş ayırabildin mi bir kenara?''
''Zeytinyağlı sebze pişirmiştim. Ye de çöpe atılmasın bu defa,'' demekten öteye gidemedik.
Ne yazık ki çocuklarımıza bizlere direnmeyi öğretemedik.
Günde iki yüz elli soru çözmenin, brokoli, ıspanak, kereviz yemenin dünyayı güllük gülistanlık yapacağını umduk saf ana babalar olarak. Ve daha önceki kuşaklar gibi biz de çocuklarımızı suçlamayı ihmal etmedik.
Ana babalarıyla yaşayan narsisler!
Yoga ve pilates yapıp sağlıklı beslenmeden başka şey düşünmeyen tembeller!
Bilgisayar bağımlıları!
Bencil, apolitik ve sığ şeyler!
Onları dinlemeyi, duymayı denemenin yerine kendi projelerimiz, hırslarımız, arzularımız, yanlışlarımız için kullandık.
Ağaçları, denizi, suları, yeşili sonuna kadar tükettik ama BEN neslini tüketici olmakla suçladık.
Onlara alışveriş merkezleri ve plastik palmiyeli beton parklar bıraktık.
Hor gördüğümüz, ''bunlar mı Türkiye’nin yeni nesli'' diye dudak büktüğümüz BEN nesli attıkları twittlerle bütün Türkiye’yi Gezi parkında bir araya getirdi. Gençlik silkindi, kendine geldi. Kurtuluşun direnmekten geçtiğini anladı sonunda. Yeniden nefes almaya başladı.
Türkiye’nin kulağı onların söylediklerinde, gözleri ise twittlerindeydi artık. Kimi parkları, gölgesinde kitap okuduğu ağaçları, sevgilisiyle el ele oturduğu çayırı kaybetmemek için, kimi özel hayatına müdahale edilmesin diye, kimi daha insanca yaşam şartlarına kavuşabilmek uğruna toplanmıştı Gezi’de.
Din, dil, ırk, bayrak, politik görüş umurlarında değildi. Tek ortak noktaları vardı, otoriteye sorgusuz sualsiz itaat etmekten, başkalarının hayatını yaşamaktan sıkılmışlardı.
Ben neslinden Gezi nesli doğdu; sahtekârlığa karşı, anlayışı ve algısı gelişmiş, orantısız güç yerine orantısız mizah kullanan, kıvrak zekâlı, pırıl pırıl bir nesil.

Füsun Çetinel

Turşucu

Turşucu 

Dizi dizilerdi,
Hıyar, patlıcan, sarımsak, havuç ve kereviz.
Daha neler yoktu ki. Karpuz bile vardı.
Hepsi raflarda yerlerini almıştı.
Tuzlanmış, havası alınmış kapalı kavanozlarda,
Zamansızlıkta bekleşiyorlardı.

Elinde kepçe duruyordu satıcı.
Krem rengi önlüğü içinde, tombul ve kırmızı suratlı.
Yuvarlak mermer masada üç kadın oturuyordu.
Üçü de birbirinden yaşlı, aşınmış ve bıkkın.
Turşu kadar buruşuktu bedenleri,
Havasızdı yaz sıcağında mekân.

Turşu suyu, dedi içlerinden biri.
Hiç denediniz mi?
Townsend’de turşu suyu ne gezer, dedi çiçekli şapkalı yelpazesini savururken.
Biraz dağlar, biraz da yeşillik, işte o kadar.
Çocukların ödevi, alışveriş, yemek bizim oralarda erken yenir.
Obama da yüzüne gözüne bulaştırdı. Bu son gezimiz olabilir.
Torunuma ördekli bir etek almak istiyorum.
Ben de kızıma gümüş küpe.
Ve oğluma biraz pastırma. Sanırım sever.

Kepçe fıçılara dalıp çıktıkça turp kırmızısı damlalar yayıldı mermer zemine.
Judy seyrelmiş saçlarını düzeltti.
Sheila rujunun fazlasını sıyırdı titrek elleriyle.
Margot kemikleri fırlamış ayak parmağını ovaladı sandaletinin içinden.

Hmm, pek bir lezzetli.
Ferahladım. Yorgunluğum geçti sanki.
Kebapları sindirdik sonunda.
Kalksak mı artık?

Townsend’den üç yorgun kadın.
Kalkıp gelmişler ta Cihangir’e.

Füsun Çetinel








Renkli Yaş Almak


Hayatınıza Renk Katmak İstemez misiniz?


23- 29 Haziran arasında Romanya’nın Craiova şehrinde EDUNET tarafından organize edilecek olan Grundtvig eğitiminin başlığı ‘Hikâye anlatma, sosyal medya ve gönüllü faaliyetleri'. 

Katılımcılar, 50 yaş üstü emekli veya halen çalışmakta olan Avrupalılar. Proje Avrupa Birliği tarafından destekleniyor. Bu proje için İngiltere, Danimarka, Almanya, Yunanistan, Bulgaristan, Belçika, Fransa, Finlandiya, Portekiz ve Türkiye’den birer temsilci  seçildi. Türkiye'yi ben temsil ediyorum.

Bilindiği üzere facebook, linkedin, skype ve blog gibi sosyal medya araçlarının kullanımı özellikle gençler arasında ve toplumda çok yaygın. Projenin amacı, emeklilik sonrası pasifliği ve emeklilerin toplum dışına itilmelerini önlemek için, katılımcılara bu tür iletişim araçlarını kullanmayı öğretmek. Eğitim sonrası ülkelerine dönecek olan katılımcılar kazandıkları becerileri gönüllü faaliyetleri kapsamında diğer yaşıtlarına da aktaracaklar.

Eğitimin süreceği bir hafta boyunca her katılımcıya bir Romen genci eşlik edecek. Sanatsal objeleri ve sosyal medyayı kullanarak hatıraların hikâye edilmesi, deneyimlerin paylaşılması, genç kuşaklarla yaş almış kuşağın iletişimi kuvvetlendirilecek ve sonuç olarak bu eğitimden tüm toplum fayda görecek.

Bavulumda broşürler, hayatımdan ve şehrimden fotoğraflar, boncuklar, bir düğme, bir kaç deniz kabuğu, pisi pisi otu, ve başka bir sürü hatıra var. Hiç tanımadığım harika insanlarla hatıra ve hikayemi paylaşacağım için çok heyecanlı, eğitim sonrası tüm deneyimimi de sizlerle paylaşacağım için  çok sevinçliyim.

Füsun Çetinel

Boğaziçi Üniversitesi'nin Kalbi: Orta Saha

Boğaziçi Üniversitesi eski ve yeni hali.
Orta sahanın Boğaziçi’nin kalbi olduğunu kayıt için üniversiteye gittiğim gün öğrenebildim ancak. Zaten üniversite sonuçlarını günlük gazetelerden öğrenen komik bir nesilden başka ne beklenebilirdi ki? Son durak Etiler’di. Sonrası tabana kuvvet. Uçaksavar otobüsüyle birkaç durak daha yakına gitmek mümkündü ama saatleri güvenilmez, sefer sayıları ise gün boyu bir elin parmaklarını geçemeyecek kadar azdı.
Aylardan Eylüldü. Tek elimde sıkıca tuttuğum poşette ananemin ciğer filmi, birkaç fotoğraf ve sabıka kaydım vardı. Kayıt için revirdeki doktordan sağlık raporu almam gerektiği söylenmişti. Kim söylemişti, nasıl ulaşmıştı bana bilmiyorum. Sağlık raporu alabilmem için de ciğer röntgeni isteniyordu. Her zamanki üşengeçliğim ve parlak zekâmla, ananemin gardırobunda istiflediği röntgen filmlerinden uygun bir tanesini araklamıştım. İşin enteresan tarafı, revirde hiç kimse şüphelenip bir şey sormamış, ismime açtıkları dosyanın içine özenle yerleştirmişlerdi.
Ana kapıdan güney kampüse inen manzaralı yolu benim gibilerle birlikte yürüdüm. Sürüyle hareket etmenin en kolay iş olduğu dokuz yıllık çileli lise eğitimim boyunca rahibelerden kaptığım tek köklü öğretiydi. Meyilli yol bitip de toprak saha önümde tüm haşmetiyle açıldığında kalakaldım. Bir grup erkek öğrenci etraftaki uzun kayıt kuyruğuna aldırmadan toz toprak içinde futbol oynuyordu.
Dudaklarımı ısırdım. Hangi yöne gitmem gerektiğini bilmiyordum ki. Ortada sahipsiz şemsiye gibi kalakalmıştım. Güneşin altında döne döne uzayıp giden bir kuyrukta elimde poşet beklemeye hiç niyetim yoktu. Hem üniversite kaydı için daha üç koca günüm vardı. Onun yerine orta sahanın çevresine dizili kulüp masalarını incelemeye karar verdim.
Müzik kulübünün epeyce uzağından geçtim. Kendi bet sesimi duymaya hiç ihtiyacım yoktu. Spor kulübünü görmemezliğe geldim. Basketbol oynamaya zorlandığım bir sefer top serçe parmağıma inmiş ve canım feci şekilde yanmıştı. Üstelik yirmi gün boyunca etrafta Havana purosu gibi şiş bir parmakla dolaşmak zorunda kalmıştım. Sinema, folklor, fotoğrafçılık. Tiyatro, edebiyat. Tüylerim diken diken oldu. Her an Shekespeare, Schiller, Goethe, Hesse, Mann kusabilirdim. Buddenbrooks ailesini sevmiştim gerçi çünkü benim ailemden daha beterleri olabileceğini keşfetmemi sağlamıştı. Dans, güzel sanatlar, hiçbirisi ilgimi çekmedi.  Sonra dağcılık ve hemen bitişiğindeki mağaracılık kulübünü gördüm. Bu adamlar ne yapar, ne yer ne içerler, habitatları neresidir bilmesem de, evet işte budur, dedim kendi kendime. Benim tek ihtiyacım olan şey, ister yerin altı ister yerin üstü olsun, ancak çok uzaklarda bir yerdi. Evden uzak. Anneden uzak. Kurallardan uzak. Kendi bedenimden bile uzak. Gençtim, bir an önce yola çıkmalıydım, aksi takdirde esaretimi sonlandıramayacağımın farkındaydım.
Orta sahanın tam da ortasında. Ne bir dakika önce, ne bir dakika sonra, hayattaki ilk gerçek seçimimi yaptım.
Kayıt masalarına doğru ilerledim. O yıllarda dağcılık ve mağaracılık kulübü aynı odayı paylaşıyordu ve haliyle kayıt masaları da yan yanaydı. Benden az biraz büyükçe iki erkek aynı anda ayağa fırlayıp bağış makbuzlarına uzandı. Ciddi bir karar vermek durumundaydım.  Ya kırmızı saçlı, tel çerçeveli gözlüklü, saçı sakalı birbirine karışmış vahşi bir mağaracıyı seçecektim, ya da zeytin gözlü, akça pakça, yurt yemeklerinden iskeleti çıkmış, İzmirli çevik bir dağcıyı. İzmirli dağcı erken davranıp üç liralık makbuzu cart diye acımadan yırtınca dağcılık kulübüne kayıt olmaktan başka seçeneğim kalmadı. O sırada ne bu iki kulüp üyelerinin aynı çatı altında yaşamak zorunda bırakılmış ezeli düşmanlar olduğunu ne de dişi bir üye olarak değerimi biliyordum.
Akşam, efsanevi 124 A otobüsüyle, yorgun argın eve ulaştığımda anneme dağcılık kulübüne üye olduğum müjdesini verdim. Tepki vermedi. Sonuçta o da benim gibi, dağcılığın ne beter bir şey olduğunu bilmiyordu daha.
Fulya Füsun Çetinel