Heybeliada'da Öykü Günü

2015 Dünya Öykü Günü 

Heybeliada Ruhban Okulunun giriş katında bizleri "Semih Poroy'un Çizgilerinde Öykücülerimiz" sergisi karşıladı. Karikatürist Poroy'un edebiyatçı portrelerinden oluşan sergisinde kimler yoktu ki. Oğuz Atay, Tomris Uyar, Sait Faik, Aziz Nesin, Selim İleri ve daha niceleri.

Ayrıca Murathan Mungan’ın Kibrit Çöpleri kitabından “Gaz, Ruj” öyküsünü adalı oyuncu Ayça Damgacı seslendirdi.

Heybeliada Kütüphane Girişiminin de destek verdiği Dünya Öykü Günü etkinliğinde, geçmişte adalarda yaşamış ya da ada temalı eserler vermiş yazarlar anıldı, eserleri üzerinde konuşmalar yapıldı.Katılımın bu kadar yoğun olacağını kimse beklemiyordu doğrusu. Adanın şirin yollarında kedilerin, manzaranın, evlerin fotoğraflarını çekerken hep tanıdık simalara rastlamanın mutluluğunu yaşadık. Nemika Tuğcu, Sezer Ateş Ayvaz, Leyla Ruhan Okyay, Nursel Duruel, Yasemin Yıldırım, Adil İzci, Birsen Ferahlı konuşma yapmak üzere adaya gelmişti.

Sunumunu Ayşe Sarısayın ve Serenad Demirhan’ın üslendiği bu etkinlikte Sait Faik, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Zeyyat Selimoğlu, Nezihe Meriç, Melisa Gürpınar anılarak, edebiyatımızdan örneklerle, Füruzan ve Selim İleri’nin öykülerinde ada kavramı konuşuldu.

Ayşe Sarısayın
Dünya Öykü Gününün fikir babası yazar ve öykücü arkadaşımız Uluslararası Öykü Günleri Derneği başkanı Özcan Karabulut. Özcan, Adnan Özer’le birlikte 1996 yılında çıkarmaya başladığı Düşler Öyküler dergisiyle bu yola giriyor ve 1997’de Ankara öykü günlerinin öncülüğünü yapıyor. İzleyen yıllarda bu öykü günleri başka şehirlere de taşınıyor. Ve bu etkinlik pek çok kentteki kültür, sanat ve edebiyat ortamını canlandırmak için önemli katkılarda bulunuyor. 14 şubatın öykü günü olarak kutlanması da 2002’de gerçekleşiyor. Yazar, öykü ve okur üçlüsü arasında oluşturulan sevgi ve dostluk ortamının dünya sevgi ve sevgililer günü gibi bir günle uyumlu olduğu düşünülüyor. Kasım 2003’de 69. uncu Uluslararası Pen Dünya Kongresinde onaylanıyor. Özcan Karabulut bir konuşmasında bu projeye ilişkin şöyle demiş. “Biz yazarlar, yazar örgütleri tüm dünyada birbirimizle dil, din, ırk, kültür ve cinsiyet ayırımı yapmadan çok kapsamlı bir edebi ve kültürel işbirliği içinde bulunmamız gerektiğinin bilincindeyiz.”

Dünya öykü günü bildirisi her yıl yazın dünyasına çok emek vermiş farklı bir yazar tarafından kaleme alınıyor ve çeşitli dillere çevrilerek tüm dünyaya dağıtılıyor. Tarık Dursun K, Nezihe Meriç, Selim İleri, Osman Şahin, Firuzan, İnci Aral, Leyla Erbil, Necati Tosuner geçtiğimiz yılların bildirilerini yazan ustalarımız. Bu yılın bildirisini ise öykülerinin yanı sıra romanları, şiirleri, oyunları, denemeleri, eleştirel yazılarıyla tanıdığımız Murathan Mungan.

En kısa hikâye parçasına an denir
Murathan Mungan An adlı öyküsünde şöyle diyor. En kısa hikâye parçasına an denir. Bazı anlar bütün yaşamımızı belirler. Bütün yaşamımız dediğim de o birkaç ana bakar aslında. Bu yüzden de yıllar sonra en çok hatırladığımız anlardır, gerisi bulanıktır. Geçmişi anlar berraklaştırır. Niye hikâye yazıyorum sanıyorsun?


Birsen Ferahlı
Ada aynı zamanda Virginia Woolf’daki gibi bir deniz feneri ve bugün bu soğukta bu sevgililer gününde bu kalabalık elbette ki rastlantısal değil. Yalnız öykü için değil bu kalabalık kendi insani değerlerimizin, kendi iç cevherimizi tehdit eden düzen değişiminin bir yansıması. Artık bir arada durmak nefes almak için gerekiyor. Akşit Göktürk’ün edebiyatta ada diye bir kitabı var, orada ada ve edebiyat ilişkisini çok güzel ortaya koymuş. İlk çağlardan beri ada ne anlama geliyor. İlk önce bir sürgün yeriymiş, sonra bir keşif yeri sonra bir ütopya yeri olmuş 1516’dan itibaren. Bizim padişahımız 1516’da İran yollarında kılıç sallarken Thomas Mann Ütopya’yı yazıyormuş. Denizaşırı ülkelerin keşfiyle birlikte denizciler adalara çıkmışlar bakmışlar ki oradaki insanlar son derece mutlu yaşıyorlar. Üstelik Avrupa’daki gibi aç değil insanlar. Veba, hastalık falan da yok. Biz de böyle yaşayalım demişler. Onun yüzünden ütopya çıkıyor ortaya. Daha sonra Robinson Crusoe meselesi var hepimizin bildiği. Ve bir Robinsonat edebiyat kavramı geliyor. Issız adaya düşüp orada hayat kuranlar edebiyatı. Şu an dünyanın ayak basılmadık pek bir yeri kalmadığı için 19. uncu yüzyıldan sonra ve 20. inci yüzyılda artık bu ada kavramı izole olmak için uzaya dönüşüyor. Uzayda ada. Kolonileşme gündeme geliyor. Bizim edebiyatımızda ise Edebiyatı Cedide ile adalar edebiyata giriyorlar. İstanbul dışında yaşayanlar adaları hep bu romanlardan bu öykülerden biraz da efsanevi gizli tekinsiz algılar oluşturuyor.

Firuzan’ın, Günübirlik Adada adlı muhteşem bir öyküsü var. Adaya yatılı hizmetli olarak verilen kızın babası bir gün adaya bir vapurla gelir. Kızın maaşını alacak ve gidecektir çünkü işten çıkartılmıştır. Kız babayı uğurlarken derki, “Baba burada güzel bir gün geçirdin güzel şeyleri gördün şimdi gidiyorsun. Günü birlik adayı yaşadın ama ne değişecek? Senin döneceğin yer yine bizim kendi mahallemiz.” Böylelikle 1972 yılında yazılmış bu öyküde Firuzan incecik sözcükleri, müthiş betimlemeleri ile keskin bir sınıf farkını ortaya koyar. Çünkü gerçekten bizim adalarımızda, Prens adalarında bu uçurum vardır. Sait Faik balıkçıları, bu hayatla bu düzenle hiçbir işi ilişkisi olmayanları ve bütün varlık gücünü bu umursamamaktan alanları da, düzenin tamamen kazananları da ayrı bir uçtadır. Firuzan’ın öyküsünde ve diğer edebiyat yapıtlarında olduğu gibi.

Ada adeta bir sahne 
Müzelerde sık sık sık ünlü ressamların eserlerini görürsünüz, artık giderek sıradanlaşır. Şehirde öyle ama adada her şey tekil. Adanın kendine özgü zamanında daha görünür oluyor her şey. Adanın duran zamanı var. Karşıda kesintisiz akan şehir zamanına karşıdan bakıyorsunuz, adanın zamanı var, bir de kendi iç zamanınız var.  20. inci yüzyılda iç dünyaya bilinçakışıyla yöneldi edebiyat ve şimdi neredeyse içimiz de dışımıza çıktı. Bugün belki içimizi tekrar oluşturmak ve tekrar korumak için buradayız. Selim İleri’nin, Fotoğrafı Sana Gönderiyorum isimli kitabında en az üç öyküsünde inanılmaz ada tanımlamaları vardır, adaya vapurla geliş, adadan vapurla dönüş. Okuyarak oluşturduk adayı dedik. Tanpınar, Huzur, Mümtaz, Nuran, adadaki sahneler, Eylül, Mehmet Rauf, verem edebiyatı, sanatoryumlar, bütün Anadolu’nun gidip mendilleri çürütene kadar ağladığı Hıçkırık filmi, Kerime Nadir bunların hepsini anmamız lazım. Çünkü ada insanları oluşturduğu kadar insanlar da adayı oluşturuyor. Kimi gün kendi kendimizi tutsak ediyoruz, kimi gün özgürlüğümüz için kaçıyoruz, tutsaklık ve özgürlük arasında gidip geliyoruz. Çünkü Dostoyevsky demiş ki “ Özgürlük bir insanın dokunamayacağı kadar sıcak bir alevdir. Eline aldığın ilk anda onu başka bir insana, bir ideolojiye, bir dine vermek istersin. İşte bizler de bunun için adadayız.

Ne yazık ki Dünya Öykü Günü yeni bir kadın cinayetinin, üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın vahşice öldürülmesinin gölgesinde kutlandı. Özgecan Aslan cinayetine duyulan tepkiler, dile getirilemeyen acılar, Sezer Ateş Ayvaz’ın sözlerinde somutlaştı.

“Her şeye rağmen insanlık için, insan için ve insan olmak için edebiyat!”

Füsun Çetinel

Tezcanlı Hayalet Avcıları

Müge İplikçi Söyleşisi

Yağmurlu bir akşamda Gergedan Kitapevinde Fuat Sevimay ve Özlem Kiper moderatörlüğündeki Öykü Akşamlarına katıldım.  Müge İplikçi’yle, Tezcanlı Hayalet Avcıları üzerine samimi bir söyleşi gerçekleşti. Özlem Kiper güzel sesiyle kitaptan öyküler okudu bizlere.

F.S: Tezcanlı Hayalet Avcıları’nı dördüncü ya da beşinci kez okudum. Bende kalanlar şöyle. Hayatımızda geçmişten, bazen bir ilk gençlikten, bazen de Hırvatistan’daki kıyıdan hatta bu anımızdan ama yavaş yavaş geçmiş olacak yaşadığımız şeylerden kalan  birtakım hayaletler var ve bunlar bizim peşimizi bırakmıyor. 

Yaşlandıkça geçmişe olan bağlılık, yaşlanmaktan çok mutluyum o ayrı bir şey de, artıyor. Geçenlerde bir arkadaşım, “ne kadar yaşlandım yaşlandım diyorsun, nedir bu halin” dedi. Evet, bir saplantı galiba bu bir yandan. Bizim gibi ülkelerde yaşayan insanların elinden sürekli kaçırılmış olan o gençliğe yönelik aslında bir isyan da. Çabucak büyütülüp çabucak yaşlandırıldığımız böylesi ülkelerde geçmişle kurduğumuz ilişkiler de bana biraz tuhaf geliyor. Hayaletleri bile tuhaf. Ve muzip hayaletler. Bu kitabı biraz o yüzden yazdım. Bir sürü muzip hayaletim var, muzip hayalim olduğu gibi. Muzip derken, yüzüne bakıp hüngür hüngür olduğum hayaletler bunlar. Hem arabesk hem yüzü batıya dönük. Böyle böyle ölüp gideceğiz ama bir daha dünyaya gelsen ve neresi, deseler ben yine burası derim. Burada çok acayip bir güç silsilesi var. Bu güç yazdırıyor insana. Çok iyi öykülerimiz, çok iyi kurgularımız var. İnsanlarımız da iyi fakat bir şey tıkanmış durumda. O tıkanıklığı gençler açacak onu biliyorum. Biz görebilecek miyiz onu bilemem. Hırvatistan’da gördüğüm de buna benzer bir şeydi. Bu öyküyü yazmamın nedeni de o. Hırvatlar bize çok benziyorlar. Çok neşeli insanlar ama bir anda hüzünlenebiliyorlar. Duygusal insanlar ve bir yandan küfür kıyamet ortaya dökülebiliyor. Bahçesindeki kedisini göğsüne bastırabiliyor ama komşusunu öldürebiliyor. O kıyı bana çok iyi geldi, çocukluğumun kıyısıydı sanki. Mavi bayraklı bir kıyısı vardır Split’in, o kıyıya her indiğimde dedemi görüyordum, anneannemi görüyordum. Öyküde derim ki “ışık hepsini yutuyordu”. Aslında orada bir metafor var. Onu da bir okurum buldu. Işığın her şeyi yutması, ölüme bir gönderme var orada. Ürkütücü değil ama. Karanlık da ürkütücü değil baktığınız zaman. Sadece nerede durduğunuza bağlı.

Split’de küçük bir topla bir oyun oynuyorlar. Yaz kış, çoluk çocuk. Denizde karada. Maksat topu yere düşürmemek. Yaşamın öyküsü de böyle bir şey yere düşmeden yakalayıp başka birine pas atmak onu. Öğretmenlik gibi yazarlık gibi, burada o topun öyküsü sizlere ulaşabildiyse ne ala. Yere düşmeden yakalandı demektir.

F.S: Bize ulaştığını söylemeye gerek yok. Zaten o kırmızı top son öyküde de zıplamaya devam ediyor değil mi? Ölümden korkmaya gerek olmadığını söylüyor, değil mi öyküler?

Evet, hepimiz o kırık gençliğin içerisinden geçiyoruz kaç yaşında olursak olalım. Hepimizin fezaya çevrili gözleri vardır yaşamın bir döneminde ama hepimiz de öyküdeki gibi Astronot Niyazi olmaya mahkûm öleceğiz. Ama boş verin canımız sağ olsun. Öykü zaten, sonunda bütün düşlerin bir Astronot Niyazi metaforuna dönüşmesi üzerine.

Ö.K: Öykülere baktığımızda hepsi şimdiki zamanda başlıyor. Kahramanlar anı yaşarlarken bir anda bir şey oluyor, geçmişe dönüyorlar. Geçmişte karşılaştıkları insanlar, belki kendileri, belki olaylar, geçmişe götürüyor onları ve şimdiyi yaşayamaz hale geliyor kahramanlar. 

Aslında şimdisi yok öykülerin. Ve kahramanlar geçmişi şimdiki zaman olarak yaşıyorlar toplum olarak. Alttan alta bir eleştiri var. Neden hep geçmişi şimdi diye yaşıyoruz, sorusu. Hâlbuki şimdiki zamanı yaşamalıyız. Şimdiki zamanı yaşarsak bir şeyler olacak. O hayalet halimizle şimdiki zamanın gölgeleri olarak yaşamak daha cazip geliyor bize.

F.S: Çok farklı coğrafyalarda geçen öyküler var bu kitapta. Göç öyküleri var. Dediğiniz gibi, on yılda yirmi yılda bir yerlerimize kazınan hayaletlerden çok da kolay kurtulmak bu coğrafyada mümkün değil ama “asla kurtulamayız biz” mesajı da yok. Umutsuz, karamsar değil öyküleriniz.

Beni burada tanıyanlarınız var, karamsar biri değilim. Her zaman bir umut vardır. Korkunun karşısındaki en güzel duygu da umuttur esasında.  Onu elimizden almaya çalışıyorlar ki tümden ödlek olalım. Hikâye bu.

F.S: Biz bu akşam Tez Canlı Hayalet Avcıları ve öyküleri konuşuyoruz ama çoğunuz biliyordur Müge İplikçi yalnızca öykü yazmıyor. Roman, çocuk kitapları, köşe yazıları, tamamen bir edebiyatçıyla beraberiz.  Yalancı Şahit’de, kasvet demek doğru değil ama daha ağır, hüzünlendiren bir dil var. Veya Civan’da anlatılan hikâyenin dili. O metinlerle karşılaştırdığımızda, Tezcanlı Hayalet Avcıları mutlu, eğlenceli. 

Sürekli ciddi kalınarak ciddi olunabileceğine inanmıyorum. Eğlencenin ciddiyetine varıldığında, tıpkı oyunun ciddiyetine varıldığı gibi, dünyayı değiştirebilecek temel saç ayaklarından biri olduğuna inanıyorum eğlencenin. Ben bir çocuk kitabında da bunu söyledim. Neşeyle yolların kat edilebileceği hiç aklınıza gelir miydi?  Neşe olduğu zaman kahıra göre daha güzel zamanlar geçirerek gidebiliriz başka yerlere, başka kıyılara diyorum. Hep böyleydim ben. Hüzünlü bir insanım ama neşe her zaman cebimdedir. Bu toplumu da çok sevmemin nedeni o. Neşeli bir toplumuz.

Ö.K: Ortak temada hatıralar var, hayaller var, hayaletlerimiz var. Öykülerin bir kaç tanesi çıktı sonrası daha kurgusal mı gitti? Kendiliğinden mi çıktı bu kadar öykü, nasıl oldu?

Civan’ı yazarken, karanlık bir romandır o, yazdım bu öyküleri. Okuyanlara geçmiş olsun. Şimdi de bir kitapla uğraşıyorum ve bir yandan da öykü yazıyorum. Bu bir ferahlama alanı. Burada karanlık bir şeyle uğraşıyorum ama diğer tarafta da yumuşak bir şey yapıyorum. Mesela Kaf Dağı’yla da Açelyalar’ı yazmıştım eşzamanlı olarak. İnsanı rahatlatıyor böyle yazmak.

Ö.K: Genelde böyle yapılmasın diye tavsiye ederler ama?

Doktor ne dediyse tersine yapıyorum ben. Edebiyat o kadar hayatımdaki, tıpkı sizler gibi, her zaman elimin altında okuyacak bir şeyler var. Her şey her an yazılabilir, benim için sorun yok. Kendinizi kısıtlamayın. Yazmak bir delilik belki ama normal nedir ki zaten?

Füsun Çetinel