Nalan Barbarosoğlu - Behçet Çelik Söyleşisi

Cumartesi Söyleşileri

Nalan Barbarosoğlu, bu cumartesi de, 2008 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı’nı, 2011 yılında Haldun Taner Öykü Ödülü’nü kazanan, öykü ve roman yazarı, Behçet Çelik ile bir söyleşi gerçekleştirdi. 


Hem öykü hem roman yazdığın için, öykü yazmakla roman yazmak arasındaki fark nedir sence?
En önemli fark sanırım romanın çok daha uzun sürede yazılması. O uzun zaman içerisinde o kurguyu sürekli kafada tutmak, ister istemez romanın dünyasını gündelik hayatın bir parçası gibi yaşamayı gerektiriyor. Öykü sonuçta birkaç günde yazılıyor sonra düzeltiliyor ama o kadar uzun bir süre bir kurgunun içerisinde sürekli o metine yoğunlaşmış olmuyorsun. Halbuki roman yazarken gün içerisinde de aklına geliyor, bazen günlük hayat içerisindeki kimi detayları acaba romana bir şekilde katar mıyım diye düşünüyorum. Yazı disiplini açısından da çok büyük bir fark var.  Öykü yazarken daha yoğun bir anlatım gerekiyor. Romanda, benim yazma tarzımda, ise çok daha rahat bir şekilde uzun uzun yazıp daha sonraki aşamalarda kısaltmak, kurguda dönüp dönüp geriye bakmak gerekiyor bu da bir çalışma farkı getiriyor.

Ama ben öykülerin için de böyle yaptığını, onları yazıp yazıp bozduğunu biliyorum.
Mutlaka öyle oluyor ama sonuçta öyküde diyelim ki üç dört aylık ya da bir yıllık geçmişini kurmadan kahramanlar oluyor daha ana dönük olduğu için daha boşlukları olan bir metin oluyor. Halbuki romanda, yazdıkça daha ete kemiğe bürünen bir karakter ortaya çıkıyor. Onun alışkanlıklarını daha net görüp ondan sonraki hareketlerde karakteri bu geçmiş belirliyor. Ben roman yazarken baştan sona bütün kurguyu kafamda oluşturmuyorum.  Çok temel bir iskelet oluyor ama bir yerden sonra benim tahmin ettiğimden başka bir yere gidiyor roman.

Peki, öykü okuruyla roman okuru arasında bir fark var mı sence?
Zaten Türkiye’de çok sınırlı bir okur var. Bu sınırlı okur iyi bir öyküyü severek okuduğu gibi iyi bir romanı da severek okuyor. Romanın yayın dünyasında güçlü bir hegemonyası var. Bu zaman zaman öykü severlerde bir sıkıntı, bir uzaklaşma yaratıyor.  Hatta geçmişte öykü yazıp daha sonra roman yazan benim gibi yazarlara işin kolayına kaçtı deniyor. Öyküden zevk almak için, edebiyat görgüsü bilgisi biraz daha yüksek olmalı gibi geliyor bana. Roman okurlarının öyküye duydukları tepkiye tanık olduğumda hep bunu fark ettim. Niye burada bitti, niye daha uzun değil gibi… Öykü okuru zaten çok daha sınırlı bir kesim, öykü disiplinini benimsemişse, tür olarak öyküye daha yakın hissediyorsa kendini, onlara da roman uzatılmış geliyor.

Belki öykü okuru, roman okuruna göre daha çok boşlukları doldurabiliyor?
Öykü daha katılımcı bir türdür.  Öykü okuru daha etkileşimli bir edebiyat ilişkisi içerisindedir. Her roman ve her öykü için bu geçerli değildir tabii. Bir parça daha uzaktan ve genel baktığımızda, öykü biraz daha okurun katkısını istiyor romana göre. Başta dediğim gibi, edebiyata biraz daha yakınlık duyanlar öyküden haz duyuyor.

Biraz kendi okuma yolculuğundan söz eder misin bize?
2012’de yayınlanan Yazarlar Okurlar ve Okuma Notları adlı kitabına uzanan okuma serüveninden?
Kitap okumayı hep sevdim. Ortaokul yıllarımda birkaç yazar çok etkiledi beni. Durup dururken kendi kendime öykü denemeleri yapmaya başlamıştım. Bunların başında Orhan Kemal, William Saroyan, Oktay Akbal, Sait Faik gelir. Bunları okudukça bir şekilde yazma isteği duydum. O yaşlarda olduğu gibi polisiye roman da, Tommiks Teksas da okudum.  Şansıma kitap okunan bir evde büyüdüm. Babam gençliğinde abone olduğu belli başlı dergileri atmamış, ciltletmişti. Sıkıcı yaz günlerinde, eski yılların Varlık dergilerini karıştırma imkânım vardı. Daha disiplinli bir okuma üniversite yıllarımda başladı. Asıl, 1991 senesinde bir edebiyat dergisi çıkartmaya karar verdiğimizde beş kişiydik.  En gençleri bendim, diğerleri benden on,  on beş yaş büyük, daha önceki kuşaklardan edebiyatçılardı. Dergide dosya yaparken oradaki arkadaşlarım Memduh Şevket’i okumalısın gibi önerilerde bulunurlardı.  Bir yazı yazmak amacıyla okumaya başlamam o edebiyat dergisinin mutfağında gerçekleşti.

İlk öykü kitabın İki Deli Derviş 1992’de yirmi dört yaşındayken yayınlandı. O kitaptaki öyküler nasıl birikti?
Orta sondayken Adana’da Son Yaprak diye iki yapraklık bir edebiyat gazetesi çıktığını gördüm. Elimde öykümsü bir şey vardı, onu yolladım dergiye. Derginin ikinci sayısı aylar sonra çıktığında içinde küçücük bir not vardı. Bize Gelenler diye bir köşede adım yazıyor ve öykünüzü aldık, öykünüz ya da eleştirisi gelecek sayıda yayınlanabilir, diyordu. Ben üçüncü sayıyı büyük bir hasretle bekliyorum, fakat üçüncü sayı çıkmadı. Erken de olsa, edebiyat dünyası ve dergicilik hakkında bir bilgi edinmiş oldum. Varlık dergisine babam aboneydi. Bu dergide, Her Sayı Bir Öykücü diye bir köşe olduğunu fark ettim. Oraya bir öykü gönderdiğimde lise sondaydım. Zarf geldi, üzerinde Varlık Dergisi yazıyor. Çok heyecanlandım. Cengiz Gündoğdu üç dört satırlık bir mektup yazmış. Tek öykü değerlendiremiyoruz, en az beş öykü olmalı ki bir değerlendirme yapalım, diyordu. Benim de elimde gönderecek ancak dört öykü var. Hemen beşinci öyküyü yazdım, gönderdim. Liseyi bitirdiğim yaz daha uzun bir mektup aldım Cengiz Beyden. Kimi hatalardan söz ediyor, kimi tavsiyelerde bulunuyordu. Belki bu öykülerinden birisini yayınlayabiliriz diye bitiriyordu mektubunu. Yazmak öğrenilebilir mi? Konusunu bilen birisinin gösterdiği küçük noktalar çok önemli. Edebi bir metin anlatmaz gösterir gibi bir cümle vardı o mektupta da. Bilmediğim bir şeyi o sayede öğrenmiştim.  Bir de 1985 Unesco Dünya Gençlik yılı olduğu için, Milliyet Sanat Dergisi  gençlere sayfasını açmıştı. Oraya gönderdiğim bir deneme yayınlandı. Sonra, Adana’da yerel bir gazetede bana şimdi ukalaca gelen bir yazım çıkmıştı.

Daha sonra ise üniversite başladı. Hukuk Fakültesi. O yıl dersler pazartesi günü başlamışsa, ben hemen Salı günü Cağaloğlu yokuşunda Varlık Dergisinin kapısını çaldım. Beni hatırladı Cengiz Bey.  Çok sık olmasa da oraya gelir gider oldum. Sonradan yazdığım o beşinci öykü, 87’nin mart ayında yayınlandı. On sekiz yaşındayım, bu büyük bir motivasyon oldu bende. Bundan sonra da yılda bir kere orada öyküm çıktı.  İşte bu öyküler zamanla birikti, bir dosya haline geldi. 89’da Akademi yayınevinin öykü yarışmasına başvurdum, orada mansiyon ödülü aldı.

Yayın dünyası yeni isimlere çok daha kapalıydı ve Biz Yazılı günler dergisini çıkarıyorduk. Yayınevi kuralım ve kendi kitaplarımızı basalım dedik. İki Deli Derviş bu şekilde çıktı, parasını kendimiz verdik, matbaaya gittik. Dağıtımı doğru dürüst olmadı. Ama elimin altında kitabım olmuş oldu. İkinci kitap da aynı şekilde basıldı. Dergiyi kapattığımızda son bir atak yapalım tekrar kitap basalım dedik. O kitaplardan birisi benim Yaz Yalnızlığı idi. Daha sonra Can yayınlarından kitaplarım çıkmaya başladığında o iki kitabı tek kitap haline getirdim.

Kitapların hakkında neler deniyordu ve bu sende nasıl bir his uyandırıyordu?
Yaz Yalnızlığı ile ilgili Hürriyet Yaşar kısa bir yazı yazmıştı. Belli bir eleştirelliği olan, kitabı tanıtan bir şeydi. Daha çok çevremden tepkiler alıyordum. Çok değer verdiğim biri, daha yolun başındasın bu öykülerin çok iyi olduğunu düşünme, gibi bir şeyler söyledi. Bozulmadım diyemem, ama okumuş olması bile benim için önemliydi. O dönemde dergilerde çok yazdım. Kıyı, Karşı Edebiyat,  Yazıt, Varlık, Kavram, bunlar hatırladıklarım. Kitaplar üzerine denemeler de yazıyordum. İki Deli Derviş’i biraz erken kitap haline getirdiğimi düşünürüm, o yüzden de ikinci baskısını bir hayli geç yaptım. Ama kitap yazarın yazıyla ilişkisini sıcak tutan bir şey. Birisine, benim kitabım var deyip verdiğinizde o ayrı bir iletişim kanalı açıyor. Okuyup geri dönüyor, onun üzerine konuşuyorsunuz.

93’ten , Yazılı Günler dergisini kapattıktan sonra, uzunca bir süre yazmadım. İş hayatına başlamam başka bir hayat ritmi, başka kaygılar, iki kitap sonrası bir tepki olmamasının kırgınlığı da belki. Ama yazmamakla beraber çok okuduğum bir dönemdi bu. Bir gün Virgül Dergisini fark ettim.  Dergiyi elime aldığımda, keşke bir gün ben de burada yazsam dedim. O sıralar İngilizcemi geliştirmek için çeviri yapıyordum. Bir çevirimi onlara ulaştırdım. Başka bir şey yapıyor musun, dediler. Arada yazı da yazarım, dedim. Yazılarım yayınlandı. Virgülle ilişkim yoğunlaştıkça öykü yazmakla olan ilişkim daha sıcaklaştı. Virgülle yolum kesişmesiydi belki iki kitap çıkarıp bu işleri bırakmış olabilirdim.

Herkes Kadar, benim seni tanıdığım kitabın.
Çok etkilenmiştim ondan. Ve o yıllarda senin dergilerde de adını görmeye başlamıştım. 2000den 21010a kadar olan yıllarda edebiyatta neler oluyordu? Genel bir çerçeve çizmen mümkün mü? 
90 sonrası öykü dergileri yayınlanmaya başladı, öykü görünürlük kazandı. Büyük yayınevleri öykü kitapları yayınlamaya daha çok yer verdiler. O birikim 2000 kuşağı öykücülüğünün daha görünür olmasını, daha nitelikli işler yapmasını sağladı. Öykü üzerine düşünülmesini sağladı. Yayınevleri yayınlayacak öyküler arıyorlardı, eski yazarların yeni baskıları, unutulmuş yazarlar yeniden yayınlandı. Edebiyat dünyasında bir genişleme oldu. 2001 ve ardından gelen 2008 kriziyle yayınevleri daralma mecburiyetine girdiler. Ama öykü dergileri, sadece öykü yayınlayan yayınevleri ve birkaç öykücünün kendi yayınevlerini kurmaları ile bir çeşitlilik ortaya çıktı. Öykülerde de çeşitlilik vardı. Sadece dilin öne çıktığı öyküler, minimalist öyküler, üst kurmaca gibi türler çoğaldı.

Edebiyat hayat ilişkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Edebiyat, edebiyatçı bir hayatın içerisinde ve ister istemez o hayatın kimi noktaları o eserlere girecektir. Edebiyatçıların dünya görüşü öyle ya da böyle yazdığı metne sinecektir. Edebiyat hayat ilişkisini katı şekilde ayırmak edebiyatı biraz hayatın dışında tutmak olacaktır. Hâlbuki edebiyat, hayatın içerisinde olan bir şeydir. Ben bazı sıkıntılarım olduğu için bir şeyler yazıyorum. Sen kimi dertlerin olduğu için yazıyorsun. Bu dertler, edebi dertler daha çok ama dünyayla ilgili, yaşadığımız toplumla ilgili dertler. Dolayısıyla da böyle bir dertle kalemi eline alan birisinin, hayatı didiklemeden, onu sorgulamadan bir şey yazması bana çok mümkün gelmiyor.

Behçet Çelik’in roman ve öyküleri dışında Ateşe Atılmış Bir Çiçek adlı bir kitabı da var. Yazarlar, Kitaplar, Okuma Notları. Burada okuma serüvenini ve getirdiği yorumları görüyoruz. Yirmi beş yıllık bir birikimin sonucu bu değerli kitap. Edebiyatımızın başucu yazarlarıyla ilgili ciddi yazılar var. Sait Faik’le ilgili bölüm özellikle ilgimi çekti benim.

Söyleşinin devamında, kuşaklar başlığı altında edebiyatın 50 kuşağı, Onat Kutlar, Sevim Burak, Bilge Karasu gibi edebiyatın yalnız adaları, bireyin öne çıkışı, dil biçimleri, Türkçe edebiyatta edebi gelenekler, daha önce okuduğumuz edebiyattan nasıl etkilendiğimiz, bugünün genç öykücüleri ve diğer ilginç konular üzerine konuşuldu, dinleyicilerin soruları cevaplandırıldı. Bu cumartesi söyleşileri hayatımın bir vazgeçilmezi oldu sevgili Nalan Barbarosoğlu sayesinde. Her biri kıymetli bir seminer niteliğinde… Sizleri de bekleriz. 
Söyleşinin tümünü buradan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/ 

Füsun Çetinel

Nalan Barbarosoğlu - Başar Başarır Söyleşisi

Yeni Şeyler Denemek

Nalan Barbarosoğlu’nun, Yeşim Cimcoz Yazı Evinde ağırladığı ikinci söyleşi konuğu Başar Başarır’dı. Düzenboz ve Teklifinizle İlgilenmiyorum kitapları üzerine konuşuldu.

N.B: İlk kitabın çıktığında yirmi iki yaşındaydın. İlk kitap öncesi edebiyata olan ilgini öğrenmek istiyorum. Bize biraz o dönemden bahsedebilir misin?
Heves, gençlik, delikanlılık, şimşek gibi dünyayı değiştirme arzusu, acemi, cahil, cesur, kendini ifade etme arzusu, içini dökme isteği. Bence yazmaya böyle başlıyor insan. Söylemek, iç dökmek, rahatlamak için yazıyor. Cümleleri hikâyelere püskürtüyor.

N.B: Bunların basılacak hale geldiğini nasıl anladın?
İstanbul Erkek lisesinde okudum. O piyasada yokuştan aşağı inip çıkıyorsun her gün. Oraya giren çıkanları, dosya götüren ağabeyleri görüyorsun. Tüm o insanlara gıcık oluyordum. Otoriteye karşı çıkıyordum. Marifet olarak görünüyordu o zamanlar. Sonra üniversitede insanlarla tanışmaya başlıyorsun. Adnan Özer’le tanıştım o sıra. Tamamıyla hayal dünyasında bir adamdı. Bir gün arkadaşlardan biri ‘’Başar da yazıyor,’’ demiş. Dosyamı okumak istedi götürdüm. Beğendi. Çok büyük bir heyecanla basmak istedi kitabımı. Yerebatan sarnıcının arkasında berbat bir yerdeydi Armoni basımevi. Ben de peki dedim. Benim kitabı bastıktan sonra hemen battı yayınevi. Ama yeni bir maceraya girdiler sonra.

Hayatta ne yapacağımı bilmiyordum o sıralar. Üniversitede makine mühendisliği okuduğum yıllar boyunca turist rehberliği yapmıştım. İyi paralar da kazandım.

1992 yılında internet yoktu, kargo yoktu, kredi kartı yoktu. Arasanız da bulamıyordunuz. Kitapçılara gidip sormanız gerekiyordu.  Varla yok arasıydı kitap. Bir kere Cumhuriyet kitap ekinde röportaj ayarladılar sonra söndü gitti kitap.

Yıllardır medyada çalışıyorum. Arkadaşlarım fikir olarak yazdığımı bilirler ama ne yazdığımdan haberleri yoktur. Okumazlar.

N.B: Öykü kitabı okur sayısı hiç değişmiyor. Ortalama sekiz yüz civarında. Böyle de bir gerçeğimiz var. 
Biz, öykü yazarları olarak kaybettik. Eskiden böyle değildi. Okur kitlesinin yüzde yetmişi kadın okuyucu. Kozmetik endüstrisi gibi. Reklam da içerik de öyle. Pembe kapak diye bir şey var artık. Erkeklerin vakitleri de, kültürleri de yok. Bir insana otuz beş yaşında Ipad kullanmayı öğretebilirsiniz ama kitap okumayı öğretemezsiniz. Bir çocuğun kitap okuma alışkanlığını kazanabilmesi için evde her yerde kitap olmalı. Birileri çevresinde hep kitap okuyacak, ana babası, teyzesi. Daha sonra bunu öğrenmesi çok zor, hukuk fakültesine gitse bile. Son olarak da erkeklerin kitaplara faydacı bir yaklaşımı var. Kitap bana ne verecek, diyor. Bir şey çıkarmaya çalışıyor kitaptan. Onun için de kurgudan kaçıyor. Tarih, araştırma, siyaset okuyor. Kafa boşaltma için polisiye okuyor. Oysaki edebiyat bir şey öğretmez. Siz okursunuz ve oradan bir şey kalır sizde.

Eskiden yazmak çizmek bir şeydi, şimdi değil artık. Okulların okuma kulüpleri var, listeler tutuluyor en çok kim kitap okudu diye. On çocuktan yedisi kız. Daha fazla kitap yayınlanıyor evet ama temel olarak roman satılıyor. Roman rüştünü ispatlamış. Herkes roman yazmak istiyor. Okuması kolay. Ortalama romanda belli başlı kişilerle bir olay örgüsü anlatılır. Romandaki ‘’ben’’ bellidir. Bir öykü kitabında on iki farklı ben bulabilirsiniz.

1980 sonrasında öyküde tarz kendini ihbar etme oldu. Ne eğlendiriyor, ne hareketlendiriyor öyküler. Bir öyküden diğerine geçerken anlamıyorsunuz bile biri nerede bitti, diğeri nerede başladı. İyi öykü kitaplarında aynı şeyler olmaz. Bu nedenle öykü kitabı olarak basıldığında okunması zor oluyor. Öyküler bunalımdan bunalıma geçen bir şey olursa kimse okumaz. Kim senin bunalımını okusun?

N.B: Yirmi iki yıldır öykü yazıyorsun. Öykü sana ne ifade ediyor? Şimdiye kadar hiç roman yazmadın. Tomris Uyar da roman yazmadan öldü. Senin için öyküyü çekici kılan nedir?
Yazmayı çekici kılan neyse o. Zevk veriyor, mutlu ediyor, farklı hissediyorum, tanrısal bir şey, tatmin duygusunu yaşıyorum. Hayata karşı benliğimi savunmama iyi geliyor, beni güçlendiriyor. Kısa sürede öykü yazarım, bir hafta içinde bitiririm. Ama çok çalışırım, notlar alırım. Roman yazmak için iki üç ay kapanmam gerekirmiş gibi geliyor. Öyküyü kafamda ölçüp biçebilirim. Zaman mekân bütünlüğünü yakaladım mı yazabiliyorum. Sanıyorum bunu yapabildiğim için öykü yazıyorum.

Bence sanat eserinin biricik ölçüsü samimiyettir.  Yazarın kendisi ne olursa olsun! Yetenekli ve samimi yazar en iyisi tabii. Birçok yetenekli yazar var, samimi değiller. Ben okur peşinde yazmıyorum. Rahatım kendim için yazıyorum. Gerçi beğenmediğim kitapları da okur bitiririm ama samimi yazarları hemen yakalarım.

N.B: 2004’te öykü kitabında araya es verilmesi söylemin epey tartışma yaratmıştı. 
Evet bunları söyledim. Sonra kitaba her öykünün arasına araya illüstrasyon koydum, trafik işaretleri. U dönüşü yapılmaz gibi. Mesajlar veren, yarı komik şeyler. Duraksama anı yaratmak için. O dönemde bir faydası olmadı. Bülent Erkmen kitabı almış. Beni gördüğünde, anladım ne yapmak istediğini ama o iş öyle olmaz. Bir daha beraber yapalım, dedi. Bunları konuştuktan sonra tam sekiz yıl bir şey yazamadım. Sonra Düzenboz’u yazdım. Altı bölüm var içinde. Ben, sen, o, biz, siz, onlar. Bülent Erkmen’e gittim. Böyle bir kitap yazdım, dedim. Duraklama yaratma tasarımı yapabilir misin? Hatırlamadı yıllar önce dediklerini ilk önce. Neyse sonra yaptı. Öykü aralarında boş sayfalar bıraktı. Sonra her kitaba numara verdi. Çoğaltılmasını önlemek için özel kapak yaptı. Sanat eseri oldu ama kitap kayboldu gitti yine. Böyle bir deneyim geçirdiğim için ben mutluyum. Konsept, proje bir kitap oldu.

N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum yapı itibariyle çok farklı. 2014 Yunus Nadi öykü ödülünü aldı. İçinde dokuz öykü var. Neden üçüncü öykünün adını koydun bu kitaba?
Kitaba ad koymak gerçekten çok zor bir şey. Çok uğraştım. Kolay değildi. Çaresizlikten birini seçeyim dedim. En kitap ismi bu geldi bana. Özel bir durum yok yani.

N.B: Müzedeki Çocuk öyküsü fantastiğe göz kırpan bir öykü. Bunun yazın yolculuğunu paylaşır mısın bizimle?
Emrah Yücel’in L.A Hollywood’da bir ajansı var. Müthiş bir yer. Buralara nasıl geldin, diye sordum kendisine.

Yazın Adana’ya teyzemin yanına giderdik. Amerikan üssünün çöplerini karıştırırdım. Dergiler vardı. Buradaki fotoğraflar görsel olarak beni çok etkiledi. Annem babam o sıra TRT’de çalışıyordu. İngiltere’ye giderken beni de götürmek zorunda kaldılar. Bir gün işleri vardı beni National Gallery’ye bıraktılar boynuma isim kartı asıp. Sonra gelip alacağız seni dediler. İlk önce çok kızdım annemlere ama sonra resimlerin arasında kendimi kaybettim. Unuttum onları. Sonradan anladım ki benim için çok iyi bir şey yapmışlar aslında.

Emrah’ın anlattıklarından çok etkilendim. Çocuklarımızı koruyacağız diye onları kapatıyoruz aslında. İşte Emrah’ın anlattığı bu hikaye ile dönüp yazdım Müzedeki Çocuğu.

N.B: Teklifinizle İlgilenmiyorum’a bir bütün olarak baktığımızda sence bu kitabın hangi yazarlara yakın? Bana bazı öyküler Sabahattin Ali’yi çağrıştırdı.
Çok varyantlı bir anlatı var, belki bir karmaşa var. Drakula öyküsü biraz feyyaz Kayacan. Seher, Oğuz Atay renginde şeyler söylüyorlar. Takip ettiğim bir öykü çizgisi yok. Sait Faik çok severim ama asla onun gibi yazmak istemem. Haldun Taner’i severim ama mizahı bana göre değil. Hepsi büyük, kült parçası ama oradan çıkmamız gerek.

Şimdi bizim işimiz sudan çıkıp uçmak, yeni şeyler denemek. Hayatım halim selim ama yazarken yeni şeyler denemek istiyorum. Kimi yazdıklarımı atmasyon ve ucubik buluyor. Ama okura göre yazmıyorum ben. Yüzlerce öykü kitabı yazılıyor ama düzgün bir eleştiri yazısı yok. Hepsi tanıtım yazısı. Yalnız başıma, kendi kendime karanlıkta bir şeyler bulmaya çalışıyorum. Acımasızca eleştiren bir eşim var neyse ki. Artık kitaplar arkeolojik bir değer taşıyor. Bugün için bir anlamı yok. Ödülü aldıktan sonra ne iyi ne kötü bir yazı yazıldı.

Söyleşinin tamamını aşağıdaki bağlantıdan dinleyebilirsiniz.
http://yazievi.yesimcimcoz.com/

Nalan Barbarosoğlu- Ferhat Uludere Söyleşisi

Don Quijote’nin Üçüncü Cildi

Yeşim Cimcoz Yazı Evi eğitmenlerinden sevgili Nalan Barbarosoğlu, Ferhat Uludere ile son kitabı Don Quijote’nin Üçüncü Cildi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi. Bazı bölümlerini sizlerle paylaşıyorum.

N.B: Ferhat, martta yayınlanan son romanın üzerine konuşmaya başlamadan önce biraz daha geriye gidip senin edebiyat yolculuğuna bakalım.  O günlerde yazmak senin için ne ifade ediyordu? 

Çocukken Maradona olmayı istiyordum, biraz daha büyüdüğümde ‘rock star ‘ olmak istedim. Bir dönem şarkı sözü yazma maceram oldu. İnanılmaz kötü bir bateristtim. Ritim atamıyordum. O maceradan çabuk sıyrıldım. Biz de rock fanzinleri yayınlamaya başladık. İnsanlardan iyi geri dönüşler alıyorduk. Rock Reaction adını verdiğimiz fanzini, Lüleburgaz’dan getirip İstanbul’da dağıtıyorduk. Okunması için yazdığım bir şeyin macerasıydı bu.

Daha önceleri, ilkokulda kompozisyon yazarken bile kurgular yapmaya başlamıştım. Teyzemin kızıyla birlikte oturup yazdığım bir öykü vardı, Kaybolan Yüzük. Şimdi arasam bulamam. Sonra korku edebiyatı üzerine çok şeyler okuyordum.

Üniversiteyi bir süre Aydın’da okudum sonra yarım bırakıp İstanbul’a Müjdat Gezen Sanat Merkezine geldim. Yaratıcı yazarlık okudum burada. Böyle gelişti yazarlık maceram. Bir şey olsaydım belki de yazar olmayacaktım.

2002 yılında, yirmi beş yaşımdayken ilk öykü kitabım Sayıklamalar çıktı. Kitaba bakınca çok erken diyorum şimdi. Öykü yazarken sürekli bir yazma macerasındasınızdır. Bir sonraki öykü, bir evvelkinin üzerine çıkmak durumunda hep. Durum böyle olunca ilk öyküler o kadar başarılı olamıyor. Kitap için bir seçki yapmak durumunda kalmıştım. Konservatuar döneminde yazdığım öyküler de bu seçkinin içine girdi.

Bir Trakya kasabasında büyüdüm ben. Sonra okumaya bir Ege ili olan Aydın’a gittim. Gittiğim yer bir ildi ama kasabadan daha çok sıkışmıştı. Ben de sıkışıp kaldım burada. Apar topar İstanbul’a dönmek istedim.

Yol gösterecek hiç kimse yoktu ilk kitabım çıkarken.  Sayıklamalar kitabı, bir nevi iç dökmelerim oldu. Kasabadan İstanbul’un karmaşasına gelmiş birinin travmaları. Hepsi bu kitaba girdi. Bir kitabım olsun istiyordum ama kendime de güvenemiyordum. Yirmilerinde yazdığın bir kitabı otuz yaşına geldiğinde pek görmek istemeyebilirsin.

N.B: Ama ilk kitap senin edebiyat yolculuğunu görebilmek açısından çok önemli okur için.

İlk kitapta bir sürü aksilikler yaşandı. Sevin Okyay bir önsöz yazmıştı, o yayınlanmadı mesela. Bir sürü hata vardı kitabın içinde. Buna rağmen nasıl olduysa, Enver Aysever bile programına çağırmıştı beni, kitabımın kapağının renkli çıktısı ile ekrana çıktım. Başka konuk bulamamıştı herhalde. Kitabımı basılı haliyle ilk defa kitap fuarında karşılaştım. Çok heyecanlandım. Kitabı imzalayıp Sunay Akın’a götürmüştüm, yazar ilk kitabındaki kadar heyecanlanamaz hiçbir zaman, demişti bana.

Üç yıl sonra ikinci kitap çıktı, İslenmiş Aşka Mektuplar. Bu arada kitaplarınıza sakın zor isimler koymayın. Sözleşmede bile İşlenmiş Aşka Mektuplar yazıyor.

N.B: Bu iki kitap arasında nasıl bir fark var sence?

Sayıklamalar kitabında acemilik olmasına rağmen samimiyet var. İslenmiş aşka Mektuplar farklı, diğer kitaba güvenilip yazılmış. Duygu yoğun, ayakları yere basan bir kitap. Birinci kitaptan sonra daha profesyonel ve daha yazmak üzerine çalışıyorsun. Özgüven ikinci kitaba çok yansımış.

N.B: Dokuz yıldır öykü yazmıyorsun veya yazsan da yayınlamıyorsun. Öykü anlayışında bir değişiklik oldu mu?

Latin Amerika edebiyatı yazarları en sevdiğim ekipti hala da öyle. Cortazar, Fuentes, Borges. O sıralar Ayrıntı yayınlarını takip ediyordum. Seksenlerin ikinci yarısında kurulmuştu. Tercümelerle dışarı dünyaya açıldık. Türkçe edebiyat biraz geride kaldı bunun için. Bizim istediğimiz hikâye bize tokat atsın, çarpıcı olsun. O zamanlarda derdimiz dil değildi. Şimdi ise Türk edebiyatı daha iyi tanınıyor diyebilirim.
Ben hiçbir zaman anın öykücüsü olamadım. Bunu hala üstümden atabilmiş değilim.

N.B: Türk edebiyatıyla tanıştığın zaman sana kimler yakın geldi? Kimleri okudun?

Hasan Ali Toptaş, mesela Gölgesizler. Sonra Yaşar Kemal’in dilini çok severim. Elli sayfa karıncanın ilerlemesini, yaprağın yere düşmesini anlatır. Ancak dille haşır neşir olduğunda kavrıyorsun bunların kıymetini. Bizim kuşağın yazdığı çoğu roman çeviri romanından farksızdır.

Şimdiki derdim roman için olayı bulmak değil de, dili nasıl olmalı. Kendi yazılarıma yabancılaşabiliyorum, bağlanmıyorum artık. Gazetecilikte öyle yazarlar var ki bir cümlelerinden bile var geçemiyorlar.

Üç romanıma da roman olsun diye başlamadım. Kendi evriminde ilerledi hepsi de. Trakya’ya has bir sarhoşlukla eğlenceli şeyler yaşıyorsunuz. Bu hikâyeleri okulda hep anlatırdım. Bir arkadaşım, sen bunları niye yazmıyorsun, dedi. 1001 Fıçı Bira babamın meyhanesi aslında. Öyküleri tek bir çatı altında toplayayım diye bu ismi seçtim.

N.B: Cemil Kavukçu okumuş muydun?

Evet, okuyordum da dışarıdaki yazarlardan etkileniyordum. Sevin Okyay ile karşılıklı dairelerde çalışıyorduk. Bir gün onun bilgisayarından mail attım, dosyayı silmeyi unutmuşum. Bu ne diye bakmış. Dosyanın ilk bölümünü okumuş, çok beğenmiş. İkinci bölümünü de yazdım, roman oldu.

N.B: 2011 yılının sonlarında Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba yayınlandı. Sence bu bir hesaplaşma, ödeşme romanı mı?

Bu romanı, 1001 Fıçı Bira’dan hemen sonra yazmaya başlamıştım. Aldı başını gitti. Kendi kendine şekillendi. Bu sefer bir sahil kasabası olacaktı. Denizin etkisi olacaktı. Korku hikâyeleri olacaktı. Bana Trakyalılar Ferhat diyemezlerdi de Feryat derlerdi. Onun için karakterimin adı Feryat. Kasabalılıkla bir hesaplaşma var tabii. Bütün kitaplarım bir hesaplaşma.

N.B: Dilin romanlarında değişti mi?

1001 Fıçı Bira bir kasaba romanı. Düz bir anlatı. Birinci anlatıcı. Onun üzerinden uzun tasvirlere girilemezdi. İnandırıcı olmazdı bu. Sonbaharda Sarhoş Bir Kasaba’yı yazarken dili üzerinde çok çalıştım. Oturup iki sayfa yazıyor, üç gün ellemiyor, sonra tekrar başına geçiyordum. Dili zenginleştirmeye uygundu hikâye. Böyle devam ettim yazmaya.  Yedi sekiz kere düzelttim. Hala da hatalar var. Yayınlamakta biraz acele etmişim.

N.B: Aynı zamanda kültür ve sanat editörü olarak yer alıyorsun edebiyat dünyasında. Roller karışmıyor mu?

Bazı kişiler yazar, bazı kişiler editör olarak tanıyor beni. Daha fazla edebiyatla iç içesin. Sinema, tiyatro bu üçgenin içerisinde. Gazetecilikte daha fazla yazı pratiği yaparak hızlanabiliyorsun. Bir yazar için gazetede çalışmak televizyondan daha etkili. Yazarlık günlük hayatın bir parçası. Haber bir saat içinde bitmek zorunda. Kimseye, gürültü yapmayın ben çalışıyorum deme şansın yok. Kargaşanın içinde yazmaya alıştım bu yüzden. Üç yıl eve kapanıp yazan yazarları anlamakta zorlanıyorum.

N.B: Tiyatroyla çok ilgilisin. Tiyatro yazıları yazıyorsun. Edebiyatla ilişkisi nasıl tiyatronun? Kuzenler mi, kardeşler mi? 

Bence çok alakalılar. Edebiyatla tiyatronun iç içe olması lazım aslında. Edebiyatı ayırmak çok anlamsız. Ama bizde okuma tembelliği var. Bunu aşamadığımız için ikisini birbirine geçiremiyoruz. Birbirinden beslenmesi gereken şeyler bunlar.

N.B: En son olarak üst kurmaca bir romanla çıktın karşımıza. Don Quijote’nin Üçüncü Cildi, nasıl doğdu? Nasıl şekillendi kafanda?

Yapıp bozmakla ilgili şeyleri seviyorum. Konservatuarda dramaturgi hocamız kısa bir oyun yazmamızı istemişti. Ben de Oğuz Atay’ın Oyunlarla Yaşayanlar oyununda Coşkun Ermiş’in attığı tiradı yeniden yazdım. Ama bu kez içki masasında Oblomov, Don Quijote, Zahar ve Sancho Panza vardı. Don Quijote, Sancho Panza, Oblomov, Zahar ve Coşkun Ermiş’in bu birlikteliği çok hoşuma gitmişti. Ardından bu oyun benim oyuncağım gibi oldu. Sürekli farklı anlamlar yükleyerek farklı biçimlerde üzerinde çalışmalar yaptım. İlk yıllarda tiyatro oyunu olarak tasarlamıştım. Oyun olarak da gerçekten çok beğenildi. Melisa Gürpınar da okumuş çok beğenmiş. Ama talihsizsin değeri bilinmez bunun, dedi.  Gerçekten de öyle oldu. O dönem tiyatro oyunları para buldukça sahneleniyordu. Tiyatro olamayınca bunun aslında bir roman olabileceğini düşündüm, bu fikir daha sıcak gelmeye başladı. Böylece, ara ara yazarak, hiç yayınlanacağını düşünmeden yazarak bu hale geldi.

Kitaba kaynaklık eden ilk metnin altındaki tarih 9 Nisan 2000… Kitabın yayımlandığı yıl ise 2014… Arada 14 yıl ve bu zamanın biriktirdikleri var. O yüzden hiç sabit bir kurgu üzerinde çalışamadım. Her seferinden bir yerini ekledim bir yerini çıkardım. Bozdum yeniden yaptım.

N.B: Sence Don Quijote dünya için ne ifade ediyor? İncil’den sonra en çok okunan bir kitap. 

Don Quijote’nin karşılığı delilik değil, bence hayatın döngüsü. Hayatın belirli evrelerindeyken Don Quijote ile karşılaşabilirsin. Yel değirmenleriyle savaşıyor, başka ordularla savaşıyor. Bizler de hep düşman var ediyoruz kendimize. Ve onlarla savaşıyoruz.  Tüm hayatı özetleyebilen bir kitap var önümüzde.

Nalan Barbarosoğlu’nun da söylediği gibi fazla detaya girmeden sadece okuyucularda bir merak uyandırmak için ana başlıklara değindim. Söyleşinin tüm video kaydına http://yazievi.yesimcimcoz.com/ sitesinden veya facebook sayfasından ulaşabilirsiniz.

Füsun Çetinel