Çocukluğun Tadı

Çocukluğun Tadı Tuzu Kaldı mı?

Bu soru, içinde yaşadığımız zorlu ve çalkantılı dönemde pek de eğlenceli gelmiyor kimseye ama çocukluğumuzun hatıraları olmasa ayakta kalmamız daha da güçleşecek, zorluklarla savaşacak gücü bulamayacağız.

HayatımRomanYazıMaratonu’nun beşinci gün alıştırma konusu Çocukluğun Tadı 

Bazen yazarken beş duyumuzu kullanmayı unuturuz. Tat, dokunma, duyma, görme, koklama duyularımız var. Bir şeyi tanımlarken niye hepsini kullanmayalım ki? Çocukluğunun yemeklerini kelimelerle listele. Listeden bir tanesini seç ve onu genişleterek yaz.
Bu yemek niye çocukluğunu hatırlatıyor sana? Tadı nasıldı? Nasıl görünüyordu? Yerken ses çıkarıyor muydu? Dokusu nasıldı? Seviyor muydun yoksa nefret mi ediyordun? Kim pişirirdi? Özel günler için mi pişirilirdi yoksa her gün mü? Pişmesine yardım eder miydin? Niye sende bu kadar etki bıraktı? Eğer bu yemeği şimdi yapabilseydin kiminle paylaşmak isterdin? Niçin?
Dikkat: bu alıştırma yemek öncesi aşırı miktarda acıkmaya yol açabilir.

Sanmayın ki burada yazılanlar yemek tarifleri!
Yazılanların hepsi de birbirinden dokunaklı, derin, okuması zevkli çalışmalardı. Burada ancak hepsinden ufak bölümler verebiliyorum. Benimle birlikte yazan, gülen, ağlayan, yazılarını ve hayatını cömertçe paylaşan tüm yazı dostlarıma teşekkür ederim. Keyifli okumalar.

Tavuk Budu
Her seferinde bir umut beklediğim but. Düşmeyeceğini bile bile, belki bugün o gündür diye bekleye bekleye oturduğum tavuklu yemek akşamları. Payıma düşemiyordu. Babam oldukça zayıf ve iştahsız. Evimizin direği. Onun budu yeme hakkı var. Ablam kova burcu, inatçı. But yoksa yemek de yok! Son derece karakterli. Akşam yemeği yemezse bir çocuk, bir anda büyümesi durabilir. İşte bu da annem! But istersem, surat asarsam bir anda babam kendi tabağını bana uzatır. Onun boğazından benim gözüm kalan but da, o kupkuru göğüs de geçmez. Bunu biliyordum. Ben efendi bir çocuk olarak tabağımdaki göğsü ağzımda evire çevire büyütür, çiğner de çiğner balon yapılacak kıvama gelince su yardımıyla yutardım.

Karalahana Yemeği
Neyse ben karalâhana yemeğine döneyim. Çocukluğumda yapımı zor olduğundan, kıymetli bir yemekti. O zamanlar robotlar yoktu, lahana haşlandıktan sonra ekmek tahtasına benzer kalın bir tahta ile zannedersem buna dibek deniyordu, iyice dövülürdü, galiba bir kaç saat bununla uğraşılırdı. En nefret ettiğim zamanlardı, lahananın kokusundan evde durulmaz, durmadan soğuk evlerde pencere açılır, burnumun direği kırılır, midem bulanırdı. Hiç yemedim, bir kerecik bile olsa tadına bakmadım. Ama kokusu hala aklımda. Yıllar sonra çiçeği burnunda doktor hanım, sırf Samsun da doğdum diye ve de aile kökeninde Rize ve lazca bilen bir sülalem olduğu için beni tercih eden bir köye atandım, batıda bir Karadeniz köyü. Hayatımın en güzel günlerini geçirdim, dört sene orada. Çok güzel dostluklar, arkadaşlıklar oldu tabi ki. Geçmiş zaman, anlatılacak öyküler çoktur mutlaka.
İlk günüm, sağlık ocağı bir ev şeklinde, sadece hemşire hanım ile ben varım. Komsumuz Rıfat amca bizi yemeğe davet etti, sevine sevine gittik, açız, çevrede görünen bir lokanta bile yok ki, burada yemek yapmalıyız diye düşündük hemşiremle. Rıfat amcanın eşi bize şahane bir sofra hazırlamış, turşular, salata, mısır ekmeği, köy ekmeği, meyveler, yoğurt, ayran hepsi sofrada. Biz asıl yemeği beklemeden giriştik, kadın ‘sen Lazsın, sana karalâhana çorbası yaptım, hem de kuyruk yağı ile’ demez mi?

Canım Kaşar Peynirim
Sobanın üstünden çaydanlığımız hiç eksik olmazdı. Öğlene doğru gittiğim okuldan akşamüstü döndüğümde, ince belli cam bardakta çay ve kırmızı pul biberli sahanda eritilmiş eski kaşar yeme faslımız vardı. Sahanda kaşar eritmek ve üstüne pul biber koymak her nedense annemin o dönem mutfağına dâhil ettiği bir yenilikti. İki yıl kadar okul dönüşleri bana yaptı, sonra da her nedense unuttu gitti.  Canım kaşar peynirim. Beni yoldan çıkaran ilk göz ağrım. Koyarım seni bir sahana,  ateşi açarım azıcık, oh gevşersin, yayılırsın… Minik kabarcıklar… Çıtırtılar… Pul biberin olaya katılımı… Bazen fesleğen, nane gibi dostların sürpriz ziyaretleri… Mis kokulu beyaz ekmeğin eşliği… Ve işte buyurun size tatlı hayat!

Mafiş
Arapça karşılığı ‘yok’ demekmiş ama bence siz anlamını bırakın da tadına bakın derim. Anneannemin sağlığında mafiş siz misafir ağırlandığını pek hatırlamayız. Yapılışı biraz zor ve zaman alsa da yemesi pek kolaydır. Anneannem mafiş tabağını masaya getirene kadar atıştırmayalım diye köşe bucak saklardı, çünkü kazara meydanda unutsa sofraya tatlı kalmazdı. O nur içinde yatsın biz damağımızda bıraktığı tatlarla onu hep analım.
İşte tarifi:
1 yumurta,1 yumurta kabuğu dolusu sıvı yağ, 1 yumurta kabuğu dolusu sirke,1 fiske tuz, aldığı kadar un
Şerbeti için:2bardak şeker, 1,5 bardak su, yarım limonun suyu
Yukarıdaki malzemelerle elimize yapışmayacak kıvamda bir hamur tutuyoruz. Yarım saat nemli bezle örtülü olarak dinlendiriyoruz. Tezgâhı unladıktan sonra ikiye ayırdığımız hamuru 2-3mm kalınlığında açıyoruz. Daha sonra açılan hamuru önce bir yönde sonra diğer yönde 2-3 parmak genişliğinde şeritler halinde kesiyoruz ve fiyonk şekli verip, unlanmış bir tepsiye diziyoruz. Eskiden bu şekil verme işinde anneanneme yardım etmek bana düşerdi. Üzerine nemli bez örtüp, kızartma tavamızı hazırlıyoruz. Yağ iyice kızınca mafişleri alt üst birer kere çevirerek kızartıyoruz. Tavadan çıkartıp hemen soğumuş şerbete atıyoruz. Mafişler süzüldükten sonra servise hazırdır.

Un Helvası
Çocukluğumun unutamadığım tatlarından biridir un helvası. Üç beyazdan vazgeçemediğim beyazdır Un. Çocukluğumda Gerede’ye gittiğimizde ekmekleri koydukları tekke adı verilen büyük sandık kalmış aklımda mis gibi un kokardı.  O kokuyu içime çekmek için kapağını açıp derin derin nefes alırdım.
Un kavrulurken çıkan rayihada bana o tekkedeki kokuyu hatırlatır, pembeleşir, sararır, kahveye yaklaşır rengi, iyice kızmıştır. Şerbet o zaman dökülür, cos diye çıkan ses unun şerbetle birleşip demlenmesi ilginç gelir. Karılması kıvamında olması önemlidir, topak, topak olan helva olmamış demektir.  Demlenip kıvamına geldiğinde kaşıkla şekillendirilip, fıstık, ceviz, fındıkla süslenir.

Yufkalı Tavuk
Geleneklerine bağlı bir kadındı büyük hala Behire Hanım. Ailenin en iyi yemek pişiren kadını derlerdi onun için. Behire Hala’ya yemeğe gidenler günlerce anlatırdı yedikleri yemeklerin lezzetini. Tereyağlı kabaklı böreği ve tahinli kabak tatlısı sülale efsanesi haline gelmişti. Ama benim favorim bunların ikisi de değildi. 13-14 yaşlarında ya var ya yoktum. Yemek pişirmeye olan merakımı ve yufkalı tavuk dediği yemeğini bayıla bayıla yediğimi bildiğinden, onu ziyarete gelecek olan kardeşleri için hazırlarken bu yemeği nasıl yaptığını bana da anlatmıştı. Bu yemek bizim oraların misafir yemeğidir. Aileyi her topladığında mutlaka pişir. Birlikte yemek yiyenler birlikte kalır derdi rahmetli babam. Bu sözü ben hiç unutmadım sen de hep hatırla. Bu yemeği her yaptığında bana da bir Fatiha göndermeyi unutma.

Kişnişli Sucuk
Daha küçüğüm, henüz kızarmış ekmeği yağa batırınca, tazesinden daha çok seveceğimi öğrenmemişim. Siyah renkli, yıkandığında dahi rengi tam açılmayan bakır sahanla getiriyor babam sucukları, anneannem kendi istediği gibi pişiremez de kurutursa diye elleriyle yapmış. Tereyağı sapsarı, bal da sarı hepsi aklımda. Tereyağı köy kokuyor, kuzular çıkacak içinden. Hadi bakalım soğutmayın kızlar, önce sucukları alın. Lafı ikiletir miyim hiç, taze ekmeğin en kızarmış yerinden, tam köşesinden koparıyorum.  Önce yağa sonra hop ağzıma, bir de kocaman sucuk. Gözlerim keyiften kaymıştır, eminim. Annem herkese iki üç parça düşecek gibi hesaplamış ona göre kesmiş sucukları. Keşke daha çok olsaymış ama yok, herkes yiyecek bundan annem sayılı yapmış.

Tavuklu Pilav
Yuvarlak yemek masası, evin ortasında, bütün oda kapılarının ve mutfağın açıldığı büyük holün ortasında dururdu. O gece tavuklu pilav yapmıştı annem, odamdan duyuyordum kokusunu, çok acıkmıştım. Babam da gelmişti, birden bağrışmalar başladı, kavga ediyorlardı. Hole çıktım, babam çok öfkeliydi ama ne olduğunu tam anlayamıyordum. Babam annemi duvara itti, annemin kafasını duvara çarpıp sırtını sürterek yere oturduğunu gördüm. Kapının zili çalmaya başladı, sesleri duyan komşular gelmişti. Ben ağlamaya başladım, annemi yerden kaldırıp yan eve taşıdılar. Babamı salona oturtup sakinleştirmeye çalıştılar. Masada pilav üstünde tavuk parçaları duruyordu. Bir yandan ağlıyor, bir yandan kaşıkla tavuklu pilavı yiyordum. Yine de çok güzeldi, çocukken ağlarken bile…

Ekşili Köfte
Kardeşim balık ve tavuk ağzına koymazdı. Özellikle balık kokusundan da nefret ederdi. Ben de balık fazla sevmem ama anneannemin pişirdiği Kalkan'a, annemin balık köftesine, babamların Sakarya nehrinde avladıkları yayın balığını da hayır demezdim. Tavuğunda sadece göğüs etini yerdim. Annem kendilerine balık ya da tavuk pişirdiğinde genelde kardeşime köfte yapardı.  Ben genelde köfteden de yerdim.  Koray ekşili köfte ya da patatesli köfteyi çok severdi. Ekşili köftenin terbiyesi yapılırken mutfakta olmayı çalışırdım, bir kaşık kaynayan köfte suyunu alıp çırpılmış yumurtaya kâsesine koymama annem izin verirdi, sonra limon suyu eklerdi. Limonun kokusunu oldum olası severim. Terbiyeyi tencereye eklemem izin vermezdi, “yavaş, yavaş yapılmalı yoksa yumurta akları pişer,” derdi. Tabağımdaki ekşili köfteye bol karabiber eklerdim. Limon ve karabiber tezat bir karışım olsa da kokularını iştah açıcı bulurdum.

Kaygana
Çiğdem git hadi fırından iki tane taze ekmek hamuru al gel.
Ya niye hep ben gidiyorum. Sen ablasın. Nefret bir şey bu ablalık, keşke bir ablam veya ağbim olsaydı.
İki hamur lütfen. Al yavrum. Sen kimlerdensin bakim. Atifet’in torunuyum ben, Çiğdem. Ha tamam bildim.
Hah getir hamurları bakim. Yak ocağın altını yağı kızartın. Hamur parçalarını koparıp yuvarlıyor sonra kızgın yağa atıyor hop pişiyor kayganalar. Bir sürü hamur kızartması oluyor masada birkaç dakikada tepsi doldu bile. Yanına bir küçük kâse içine üç kaşık şeker karıştırıyor. Başka bir şey yok.
Kayganalar şekerli suya banılarak yenir nasıl bir lezzettir çıtırdayan kızarmış içi pufuduk hamur ile o ıslak şekerli suya bulanmış dışı ağzına girince hımmm hımmm diye diye yersin. Bir tane daha bir tane daha. Yanında da demli çay olur bazen, bazen hiçbir şey olmaz.
Doydun mu ye bi tane daha. Doydum doydum tamam. A hayatta olmaz, hadi bunu da ye son.

Tavada Balık
Çoklarının nefret ettiği tavada balık kokusunun değil evi sarmasına, tüm apartmanı kaplayıp dışarı taşmasına bile bayılırım, ben. Bayılırım, çünkü bu koku, bir işaret fişeği gibidir: ‘Burada yaşayan keyifli bir aile var’ demektedir. Kimse o yağlı maceraya kendi başına atılmaz. Balık sofraları, birlikte kurulmak içindir. Anne kızartır; abla kıvırcıkları, soğanları, limonları yıkayarak koca bir kase salata hazırlar; küçük kardeş tahin helvasını paketinden çıkartır; baba ise kavunu, peyniri diler, karısı ve kendisi için buzluktan çıkardığı kristal kadehlerde iki duble rakı parlatır. Böyle yapılır,  daha doğrusu ben, öyle yapıldığını düşünmek isterim.  Küçük ailemin yüzyıl önceye dayanan geçmişinde, kardeşler hariç, böylesi pek çok keyifli zamanlar yaşanmıştır. Bizde balık bolca yenirdi. Öyle ızgarada falan pişirilmezdi, tavada derya kuzusu deyişinin hakkını verene kadar yani nar gibi kızartılır, ardından kaşla göz arasında ve afiyetle lüpletilirdi. Benim en sevdiğim balık, kalkandı. Gözleri kafasının sol tarafına sıkışmış, ürkünç çeneli, yampiri…   Akdeniz’in derin mavi tabanında hımbıl hımbıl dalgalanırken çirkin patlak gözlerine takılan ne kadar küçük balık, yengeç, larva varsa ustalıkla mideye indirirdi.  Tombul bir mekik gibi, karnı havyar dolu, önce o mavi tablaya uzanır, sonra kesekâğıdı marifetiyle evimize taşınırdı. Ben ona düğmeli balık diyordum.

Pazar Kahvaltısı
Kokladığımda birçok eski koku doluyor burnuma ve kokuyla gelen hatıralar. Pazar sabahının kahvaltıları unutulmaz benim için ve değerli. Öyle ki evde tolere edemediğim belki de tek şey, Pazar sabahları kahvaltıda olmamak. Bu kahvaltıları süsleyen börekler, pişiler, gözlemeler yanında öyle bir tat vardı ki hımmm. Sarımsaklı yoğurt dökülmüş sıcak patates kızartması. Üstüne de çay içince unutulmaz bir tat. Patatesler kızarırken başında bekler, elimi dilimi yaksa da atıştırırdım sıcak sıcak. Şimdilerde de aynı şeyi yapıyorum, kızartırken atıştırmaya devam. Sene de en fazla iki üç kere kızartma yesek de bunu şölene dönüştürüyorum hemen. Kardeşlerim, çocuklarımız, eşlerimiz ve annem paylaşıyoruz bu tadı.  Bir arada olmanın, pazar filmlerinin ve keyfin tadı bu günlere taşınıyor.

Özgür Pavurya
Bir gün arkadaşım seslenmişti bahçeden. Pavuryaları lavaboda bırakıp balkona koştum. Babam bağırıyordu içeriden.
Pavuryalar nerede?
Sevinçle içeri girdim. Babam iki büklüm divanın altına girmiş pavurya arıyordu. İki tanesini bulduk, bir tanesi firar etmiş olmalı bahçeye, bulamadık. Özgür Bay Yengeç. Diğer ikisini babam tek seferde canlı canlı kaynar suya atıp kazanın kapağını kapattı. Umutsuz kıskaçların emaye kazanda çıkardığı çırpınış seslerini duymamak için kulaklarımı tıkadım. Tak tak tak tak. Sonra sessizlik oldu.
Sosu birlikte hazırlardık. Limon suyu, karabiber, tuz, az biraz zeytinyağı. Pişen pavuryaları bütün haline sofraya getirirdi babam. Bir de ceviz kıracağı. Ananemle annem iğrenir yemezlerdi. Babam etleri güzelce ayıklayıp başka bir tabağa tepeleme yığardı. En lezzetli kısımlar kıskaçların içinde olurdu. Beyaz löp etleri sosa batırır ağzımıza atardık. Gerçekten de çok lezzetliydi tadı. Babam kabukları teker teker, içlerinde et kalmadığına emin oluncaya kadar, emer boşaltırdı.

Kimsenin çocukluğunun tadı kaçmasın, çocuklar hep gülsün.

Füsun Çetinel

Bir Karakterin Ölümü


Bizim evin bir Müfit abisi vardı 

Babası, ananemin çocukluk arkadaşıymış, erken yaşta vefat etmiş. Ailesi yoksulluk içinde kalmış. Herkes umudunu bu oğlana bağlamış. Okuyacak, adam olacak, dağılan ailesini kurtaracakmış. Orman Fakültesinde okumak için İstanbul’a gelince, gidecek başka yeri olmadığından, evimizin zorunlu bir ferdi oldu.  Ananem hep önünde arkasında durdu, üstüne titredi biricik emanetinin.

Müfit abi lüle saçlı, kocaman gülüşlü, patates burunlu, kepçe kulaklı, mülayim biriydi. Üstünde kendisine bol gelen ceketi, sanırım babamın eski ceketlerinden biriydi, altında ütüsü bozuk çuval gibi pantolonu ile çok sevdiğim çizgi film kahramanlarına benziyordu. Öğrenciliğinden arta kalan zamanlarında bizim evde takılır, ananemin pişirdiği dolmaları, imambayıldıları, içli pilavları midesine indirir, salonun ortasına kurulan yer yatağında gelen gidene aldırmadan günlerce gecelerce uyurdu. Bazı günler, aniden çıkar gelir de evde bizi bulamaz diye, anahtarı köşedeki Laz bakkala bırakmamız gerekir, annem ‘ne işi var evin anahtarının el âlemin bakkalında,’ diye söylenirdi.

Babamın uzun gemi yolculukları yüzünden evde olmadığı zamanlar, onun ‘robe de chambre’ ını giyip bize orman hayatını, hayvanları, ağaçları hiç bilmediğimiz bir dünyayı anlatırdı. Ona sokulunca babamın kıyafetlerindeki tanıdık deniz kokusu gelirdi burnuma. Sabah gözlerimi açar açmaz, soluğu yanında, salondaki yer yatağında alırdım. Öyle derin uyurdu ki, ittirip yanına sokulduğumun farkına bile varmazdı. Bir süre sonra kımıltısız durmaktan sıkılır, sağa sola dönerek uyandırırdım onu. Ananem yumurtalı ekmekleri kızartana kadar her şeye gülüp dururduk. Sonra o yine bitmeyen iştahı ile sofrada ne varsa yer bitirirdi.

Annem Müfit abiyi hem sever, hem de habersiz geliş gidişlerinden, yemekleri bitirmesinden, teklifsizce babamın kıyafetlerini giymesinden, salonu kendi yaşam alanına çevirmesinden bezer, kendisiyle yüzleşemez, ne zaman gidecek bu çocuk, diye ananemi didiklerdi.

Altından kalkamayacağı iş yoktu Müfit abinin. Bir çırpıda ampulleri değiştirir, atan sigortalara tel sarar, kömürlükten kova kova kömür taşır, en ağır piknik sepetlerini yüklenir, evde ekmek bitmişse babamın pijamalarıyla bir koşu alıp gelir, sobanın başında ananemle teyel söker, düğmeleri renklerine göre ayırır, çile sarar, aklınıza gelebilecek her işin üstesinden gelirdi. Ananem babasını anlatırdı, güzel köylerini, ceplerini kuru üzümle doldurup, diz boyu karda okula yürüyüşlerini, öğretmenlerini, çocukluğunun hatırlayabildiği her detayını anlatırdı ona. Müfit abi ağzı açık dinler, ananemin hikâyelerinde özlediği babasını bulurdu.

Sonra üniversiteden başarıyla mezun oldu, görev yaptığı Belgrat ormanında bir lojman verdiler kendisine. Ama çoğunluk yine bizdeydi. Nöbette olduğu günler ya cipinin farına ürkek bir tavşan yakalanır, ya yolunu kaybetmiş bir ördek yavrusu önüne çıkar, ya da yaralı bir kirpi muhakkak onu bulurdu. Benim hayvanları nasıl sevdiğimi bilir, tutar hepsini bizim eve taşırdı. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi kazağının içinden veya ceketinin cebinden çıkan bu kadersiz canlılar bir süre bizimle yaşamak zorunda kalır, hiçbirinin sonu iyi olmazdı.

Aman evladım, bak Nevin çok kızıyor. Ne olursun beni arada bırakma. Getirme bu hayvanları eve, derdi ananem her seferinde. O ise gülümsemekle yetinir, bir dahaki sefer yine aynı şeyi yapardı. Annem çoğunluk okulda olduğundan, akşam yorgun argın gelir, antredeki şekli bozuk, çamurlu ayakkabılardan yine eve ormandan bir misafir geldiğini sezer, suratı düşer, elindeki paketleri aceleyle mutfağa bırakıp yanımıza gelirdi. Müfit abiye sinirlenmesine rağmen eve gelen hayvanları en çabuk o benimserdi. Hemen onlara yatacak yer yapar, yemek verir, su verirdi.

İlk gelen sarışın, paytak ördek yavrusu yerini yurdunu aramasın, üzülmesin diye bir leğenin içine su doldurduk, ördeği de içine bıraktık. Uzunca bir süre yüzdü, oynadı, daldı, çıktı. Sonra bir hapşırık, bir tıksırık başladı hayvanda. Üşütmüştür dedik, çay kaşığının içinde bir adet bebe aspirinini eritip zorla yutturduk. Balkonda tuttuk birkaç gün ama garip iflah olmadı, annem paytak ördeği Belgrat ormanlarına kaderine geri postaladı.

Sonra kocaman vahşi bir tavşan geldi salonun ortasına. Kolum uzunluğunda kulakları vardı. Yeni doğmuş bir kuzu büyüklüğündeydi. Hayvan öyle korktu ki, hemen divanın altına saklandı. Ne havuç yiyordu ne de lahana. Ben arada yanına sürünüp yaşıyor mu diye bakıyordum. Kocaman, karanlık gözlerle beni izliyordu. İki gün sonra ansızın dışarı çıktı, bizde nasıl bir sevinç. Demeğe kalmadı o dağ gibi hayvan bir zıpladı, iki kere tavana çarptı ve oracıkta hayata veda etti. Ben çok ağladım. Annem çok sinirlendi. Ananem ne yapacağını şaşırdı.

Hepimiz cehenneme gideceğiz senin yüzünden Müfit, dedi annem.

Cennete giden hayvanların bizim evdeki yeri belliydi. Eski toz bezlerine sarıyoruz, ben önde ananem arkada Bomonti’deki çayırlığa çıkıyoruz. Ben artık çukur kazmayı çok güzel öğrendim. Ananem dua okuyor, ben ağlayarak gömüyorum tavşanı. Çukura hepsi sığmıyor, kulakları biraz dışarıda kalıyor. İyi kazamamışım. Üzerine papatya toplayıp koyuyorum. Ananem, hazır çayırlara gelmişken oturalım soluklanalım biraz, diyor. Cebinden eksik etmediği çakısıyla elma dilimliyor. Birlikte yiyoruz.

Başka bir gün Müfit abi, ben, bir de ananem pazara gittik. Ananem seçiyor, alıyor, biz fileleri taşıyoruz. Ananem sebzeciden şalgam alacak, seçmesi uzun sürer siz dolaşın biraz, dedi. Müfit abi beni çekiştirip karton bir kutunun başına sürükledi. İçinde bir sürü sarı civciv oynayıp zıplayıp duruyor. Ceplerini yokladı, az biraz bozuk para buldu. Al takke ver külah, ananem şalgamları seçene kadar biz bir kesekâğıdına iki civcivi seçmiştik bile.

Civcivler eve gelir gelmez utangaçlıklarını attılar üzerlerinden. Ben kutuya koyuyorum, onlar çıkıyor. Ananem besliyor ya, hep onun peşindeler artık. Bir taraftan koşuyorlar bir taraftan pisliyorlar. Salonun parkesinde bir patinaj, biri sağa uçuyor biri sola. Her yer battı. Ananem bıktı. Annem yine sinirlendi. Müfit abi ormanda. Biz de okuldayız çoğunluk. Ananem baktı ki baş edemiyor ikisine de bir örnek don dikti, zorlukla da olsa giydirdi üzerlerine. Civciv ne olduğunu anlamadı ilkten, hareket edemedi. Koşmak isteyen arka üstü devrilip kaldı. Annem kapıcıyı çağırıp civcivleri kutusuyla tutuşturdu eline. Bu adam bunları kesip yer, diye nasıl ağlıyorum.

Bir yaz Müfit abiyi Kızılcahamam ormanlarında göreve çağırdılar. Orman içinde tek katlı, ağaç bir lojman vermişler otursun diye. Okullar kapanır kapanmaz soluğu yanında aldık. Hem biz orman havası alacağız, hem de ananem ona sevdiği yemekleri pişirecek. Ağaç evin tam önünden buz gibi bir dere akıyor şırıl şırıl. Her yer sık çam ağacı. Derenin içinde koyu yeşil benekli kurbağalar, daha tam büyümemişler. Kahvaltımı eder etmez, dizlerime kadar derenin içine giriyorum. Kısa sürede kurbağa avcısı kesiliyorum. Ellerim, kollarım kurbağa dolu. Ancak yemek vakti sudan çıkıyorum. Güneş çekilmeye başlayınca kozalak topluyoruz Müfit abiyle. Akşamları sobada çıtır çıtır yakıyoruz, tatlı kokusu çıkıyor. Soba üzerinde yine ormandan topladığımız mantarları pişiriyoruz. Neler konuşmuyoruz ki! Çoğunluk büyülü orman hikâyeleri, garip hayvanlar, kahraman ormancılar. Upuzun, eğlenceli bir yaz. Okullar açılırken evimize dönüyoruz yeniden. Kurbağaları hiç unutamıyorum. Her yerimi siğil basıyor. Ananemle gitmediğimiz hoca kalmıyor, nafile. Annem Müfit abiye söyleniyor yine.

Müfit abi okulu bitirdi, işe girdi, para kazanıyor. Oyunu kurallarına göre oynamaya başladı, benden başka herkes çok mutlu. Tamamlanması gereken bir şey ufak şey daha var. Ananem annemin başının etini yemeye başladı.

Nevin, bu çocuğun bizden başka kimi kimsesi yok. Okudu, sayende bir meslek edindi. Uygun bir kız bul da, yerini yurdunu bilsin. Bak kaç yaşına geldi.

Babamın kaptan bir arkadaşı vardı o sıralar. Baston Raci lakaplı, safi poz bir adam. Dört tane boy boy kızı var, ikisi yaşça pek uygun. Müfit abi de oldukça hevesli. Ailecek iki dirhem bir çekirdek hazırlanıp görücüye gidiyoruz. Annem hemen Müfit abiyi övmeye başlıyor. Efendim şöyle iyi çocuk, pek bir kültürlü, parası şimdilik çok yok ama kapı gibi diploması, mesleği var elinde. İçkisi sigarası kesinlikle yok. Biz ailesi olarak arkasındayız. Ne gerekirse usulüne uygun yapılacak. Kahve geliyor, çikolata geliyor. Sıra sıra kızlar geliyor. Nasılsınız? Daha ne var ne yok? Kızlarınız, maşallah hepsi çok güzel. Burası külliyen yalan. Hepsi bana göre çok çirkin. Müfit abi evlenmesin, başka eve gitmesin. Sonra biri, çocuklar anlaşsın gerisi boş, diyor. Hepsi yalan. Kızın anası annemi ablukaya aldı. Koca bir sayfa ihtiyaç listesini hazırlamış önceden. Paranız var mı, durumunuz müsait mi? Sormak yok. Kolay değil kız almak bizden, diyor. Kızın babası diğer koldan girişiyor. Gel bakalım. Seninle şöyle erkek erkeğe bir konuşalım, diye. Kaç para kazanıyorsun? Bizim kızı geçindirebilir misin? Biz ne bilelim, senin kız kaça geçinir. Ne yer ne içer. Müfit abi kıpkırmızı oldu. Annem ter içinde, arada kaldı diye çok sinirli. Baba pişkin. En büyük kız olmazsa bir ufağı var, diyor. Bizimki her şeye razı evlenecek, evi olacak, ailesi olacak, kendi çocukları olacak ya. Gözü hiçbir şey görmüyor o anda. Suratında gevşek bir sırıtış, başına gelecekleri çoktan kabullenmiş veya hayal bile edemiyor.

Düğüne dek istekler tam gaz devam ediyor. Gecelik, tüylü terlik, kombinezon, düğün bohçası, bir sürü fantezi eşya, hep alışveriş, hep para muhabbeti.
Ah, kaptılar aslan gibi çocuğu. Vur kafasına al lokmasını. Kiralasaydık ya gelinliği. Düğün sonrası hatıra saklayacakmış. Çok görgüsüz bir aileye gitti. Sapsız üzüm, istediklerini yaptırıyorlar. Gitti gider bizim oğlan, diye dert yanıyor annem önüne gelene.

Babam başka bir âlem, Baston Raci arkadaşı ya, hır çıksın istemiyor. Herkes birbirine girdi evde. Ananem sevinsin mi üzülsün mü emin değil. Bir taraftan annemi teselli ediyor,  bir taraftan Müfit abinin mürüvvetini görecek diye pır pır seviniyor. Ben o kadının gözlerini oymak istiyorum, nasıl evlenir benim Müfit abimle. Ölsün, yok olsun, diye dualar ediyorum.

Düğün günü gelin ve diğer tüm kadınlar bizim evin altındaki kuaföre üşüşüyorlar. Şekerci dükkânı gibi oluyor kuaför, rengârenk kocaman fiyonklu tuvaletlerin içinde suratı boyalı bir sürü kadın. Kuaförler ellerinde tarak ve fırçalarla etrafta koşturuyorlar. Nermin Yenge’ye topuz, gençlere ve çocuklara bir örnek lüleler, Aynur Teyze’ye muhakkak mizanpli.

Saçlarım tüy gibi hemen bozulur, saç spreyi gerekli.

Gelin başı için papatya mı olsun zambak mı?

Gelin buketi nerede kaldı canım?

Ay, çorabım kaçtı. Tırnağımın ucu kalkmış, bir kat daha oje sürelim lütfen. Bıyıklarım çok belli oluyor mu?

Kuaför çıkışı herkes sıkış tepiş arabalara doluştu, düğün salonuna gidilecek. Annem alı al moru mor ödenmesi gereken kuaför ücreti ile kalakalıyor tek başına. Ananem masraf olmasın diye evde saçlarını çayla tarayıp, bir güzel taşlı filesinin içine yerleştirmiş bile. Bir hır gür içinde düğün salonuna varıyoruz.

Aman o ne bilmiş bir aileydi öyle. Gelinin kız kardeşleri fır fır etrafta dönenip, herkesi hoş tutmaya çalışırken, Baston Raci bir düğün organizatörü edası ile iskemleler getirtiyor, yaşlıları boş yerlere oturtuyor. Kimin içeceği eksik? Düğün pastası zamanında gelebilecek mi? Gelinimiz, damadımız aç kalmasın, çok yorulacaklar sonra. Heh heh! Siz Mükremin Bey, orada cereyanda kaldınız gerçekten. Karısı da boş durmuyor, o geniş kalçaları ile masaların arasında rahatça manevralar yaparak herkesin halini hatırını soruyor. Herkes yerleşti, sıra takı töreninde.

Anneler, babalar lütfen küçük meleklerimize sahip çıkalım. Pisti boşaltalım, gelin ve damadı takı töreni için piste davet ediyoruz.

Bizim ailenin kadınları, yani annem ve ananem, utana sıkıla geline aldıkları bilezik ve kolyeyi takıyorlar. Baston Raci ve karısı atmaca gibi başındalar bizimkilerin. Gözler takılan şeyleri tartıyor ve fiyat biçiyor. Memnun kalmadıkları kesin.

Düğün pastasını çok seviyorum. Üstünde minik bir gelin ve damat figürü var. Bu gecenin sonunda benim olmasını çok istiyorum. Pasta eşit olarak kesilip dağıtılıyor. Herkes iyi niyetlerini sunuyor. Gelinin benimle yaşıt kız kardeşi ile aynı masada yiyoruz pastalarımızı, bitirince ikimiz de kalan pastanın yanına doğru gidiyoruz. Annemi görüyorum uzaktan, bana kaş göz yapıyor etrafta fazla dolaşmayayım diye. Gelin, pastadaki süslü gelin ve damat figürünü küçük kardeşine veriyor, ben uzaktan baka kalıyorum. Müfit abi kafamı okşuyor. Son danslar ediliyor ve yorgun, mutsuz, paraları tüketmiş olarak evimize dönüyoruz. Arabada kadınların düğün dedikodularını dinlerken uyuyakalıyorum.

Zavallı Müfit abim. Böyle bir sonun olmasını istemezdim gerçekten. Düğün sonrası başka biriydi artık o. Bize hep mesafeli, hep uzak, hep temkinli. Evimize geliş gidişleri iyice seyrekleşti. Yeni evlendi anlayış göstermek lazım, dedik ilk önceleri. Çok fazla bize gelmesinden şikâyet eden annem bile, onu arar oldu. Karısı tek başına bize gelmesini istemiyormuş. Beraber geldiklerinde de devamlı göz hapsinde tutuyordu onu. Müfit abi suskundu artık. Eskisi gibi iştahla yemiyordu ananemin yemeklerini. Benim yemeklerimi pek seviyor, dedi karısı gururlanarak. Ananem tek bir şey bilmek istiyordu. Mutlu mu?

Siyah beyaz bir düğün fotoğrafı kalıyor geriye elimde. Ben çiçekli tafta elbisemle en önde çömelmişim, yanımda gelinin sevimsiz küçük kız kardeşi, elinde pastanın süsü gelin damat figürü. Annem ve ananem Müfit abinin yanına sıkıştırmışlar kendilerini, babam arkada kalmış biraz. Baston Raci ve ailesinin kadınları öbek halinde gelinin etrafını çevirmişler. Müfit abi hiç olmadığı kadar mutlu, kocaman bir gülüş var suratının orta yerinde, muhtemelen son gerçek gülüşü.

Füsun Çetinel