Selim İleri ile Sinema

| 0 yorum

Sinema ve Edebiyat  

Moderatör: Murat Gülsoy 

M.G:  Selim İleri 1967’de ilk deneme yazısını yazdı. Bildiğim kadarı ile yarı deneme yarı öykü Savaş Çiçekleri, ‘Yeni Ufuklar’ dergisinde yayınlandı. Sonra 1976’da Dostlukların Son Günü kitabı ile Sait Faik hikâye ödülünü aldı. Okumaya ilginiz nasıl başladı, bize anlatabilir misiniz?

S.İ: Babam makine mühendisiydi, evde bazı kitaplar vardı ama ailede özel bir okuma ortamı yoktu. Yani okuyup yazmamda ailemin pek bir etkisi olmadı. Okuma bayramında koca sınıfta sadece iki çocuğa kurdele takılmamıştı ve bunlardan biri de bendim. Okuma alışkanlığımın oluşmasında etkili ilk öykü, Reşat Nuri Güntekin’in Kiraz öyküsü olmuştur. Sonra radyo tiyatroları vardı. Üzerimde epeyce etkisi oldu bunların. Perşembe akşamları Tennessee Williams’ın Cam Kırkları, Sırça Kümes diye çevrilmişti Türkçeye, adlı oyununu dinlerdim. Bir akşam yatağa giderken ‘ben de yazacağım ve insanların acılarını anlatacağım, ‘ dediğimi hatırlıyorum. O akşam mı karar verdim yazmaya, bilemiyorum. Belki de uyduruyor zihnim tam bilemedim.

M.G: Eserlerinizde farklı bir dil kullanımınız var. Sizde bir de geç konuşma olayı var değil mi, acaba kullandığınız bu dilde onun da etkisi var mı? Ne düşünüyorsunuz? Babanızın işi dolayısıyla Almanya’ya gitmiştiniz. 

S.İ:  Evet, üç buçuk yaşına kadar konuşmamışım. Bir gün sokağa çıkacağız. Bayramdı, ablama kırmızı ayakkabılar alınmış, onları giyiyordu. Ben babamın omzundan bağırdım, ‘çıkar onları domuz,’ diye. İlk konuşmam buydu. Bir de okumayı geç öğrenmiştim ama annemler ‘saat sekize geliyor yat artık,’ dediklerinde akreple yelkovanın durumundan saatin sekiz olmadığını anlar itiraz ederdim. Saati bir şekilde çözmüştüm deme ki.  Babam 1944-45 yıllarında Münih’e konuk öğretim görevlisi olarak gitti. O günler hala belleğimde. Oradaki yeşili, parkları unutamam. Yarısı savaşta uçmuş bir malikânede iki oda içinde yaşadık. Ağaçlar, noel, kiliseler, faşing hep bellekte saklı duruyor. Dönüşte ilkokula başladım ve iki ayrı okulda bitirdim. Biri Cihangir, diğeri Firuzağa ilkokulu. Sonra Galatasaray lisesine yatılı girdim. Çok zordu. Bugün çok daha yumuşak bir eğitim veriyor. Ciddi alt üst ilişkisi vardı, çok hırpalandım. Fransızcayı hiç sevemedim. Hala da ancak çat pat konuşabiliyorum. Hocalarım edebiyatı seven hocalar değildi. Tipik memur anlayışındaydılar. Sonra Atatürk Erkek lisesine başladım. Vedat Günyol, Baki Ramazanoğlu gibi değerli hocalarım oldu orada. İlk kez Sait Faik edebiyatıyla tanışmam da burada oldu. ‘Mahalle Kahvesi’ adlı öyküsünü çok sevdim. Sabahattin Ali’yi ilk burada okudum. Sonra değerli hocam Rauf Mutluay’la yine bu okulda tanıştım. Bana Türk dilini ve edebiyatı sevdiren öğretmenlerimdendi.

M.G: Otoriteyle ilişkiniz hep sürüyor, başınız hoş değil. Babanız otoriter ama onun da sorunları oluyor ki üniversiteden uzaklaştırılıyor.

S.İ:  Babam çetin şartlarda yetişmiş, fakir bir aileden gelme Kuzey Kıbrıslı bir ailenin çocuğu. On dört yaşlarında tek başına İstanbul’a geliyor. Ailesiyle bağı bu yaşlarda bitmiş. Uzun yıllar eğitim için Zürih’te kalıyor, dönünce de tanıdıkların araya girmesiyle annemle tanışıp evleniyor. Babam otoriter olmak zorundaydı, bildiğiniz gibi klasik aile, toplum. Sonradan yaptığının korumaya yönelik olduğunu anladım.  27 Mayısta, 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırılıyor. Bu kişiler Demokrat partiye yakınlar diye ayırtıldılar. İhbar mekanizması işledi. Ben o zaman 11 yaşındaydım. Nedenini biliyorduk. Dayım demokrat partiye yakın bir demokrattı. Babamı da harcadılar. Oysa çok çalışkandı. Bu onun için müthiş hayal kırıklığı oldu. Bu arada emeklilik gibi tüm yasal haklar da yitirildi. O sırada Almanya’dan iş teklifi aldı. Münih’e üniversiteye geri döndü. Bu arada ihtilal hükümeti yumuşadı. 147lileri geri çağırdılar. Sabahattin Eyuboğlu da aralarındaydı. 1968’de geri döndükten kısa bir süre sonra altmış yaşında öldü. Babamsa epey maddi zorluklar çekti. Bu yüzden 27 Mayıs anayasa bayramı bana farklı şeyler ifade eder.

Kemal Tahir’le tanışıp onunla takılmaya başladım. Önemli bir yazardır. Türk tarihine sosyolojik yaklaşımıyla bilinen, karizmatik yazar. Bu samimiyet Vedat Günyol ile arasını açmıştır.

Hepsi tesadüf oldu. Kemal Tahir’le tanışmam da öyledir. 60’lı yılların sonlarında Kemal Tahir’in tarih, toplum ve edebiyat tezlerini savunan aydınlara Tahiriler denirdi. Bir de karşıt grup vardı. Aslında kültüre farklı açılardan baksalar bile aynı topraklarda doğmuş insanlardı hepsi. Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı çıktığı zaman bir Osmanlı hareketi gibi algılandı bu. Sertleşen söylemlerle, iki karşıt grup haline geldiler. O zaman Atilla Dorsay bir yazı yazdı. Adamı elinde tespih, üzerinde entarilerle ifade etti. Bizi yanlış anlaşılmalara alıp götüren kanlı bir düşmanlık haline dönüştü her şey.

Üzücü anılarım var her ikisi hakkında. 12 eylül sonrasında Vedat’ın yüreğine indi. Kemal çok üzüldü bu duruma. Sonra Kemal öldü, Vedat cenazesine gitti, çok üzgündü. Tüm çatışmaların, yersiz anlaşmazlıkların sonrasında bu üzülmeler kaçınılmaz.

Benim Kemal Tahir’le tanışmam kendi isteğim dışında gerçekleşti. Esasında bir arkadaşım için gittim ona. Daha önce hiç kitabını okumamışım. Sadece ‘Bitmeyen Savaş’ adlı kitabının arka kapağına göz gezdirmişim biraz. Bana kitabı hakkında sorular sordu. Yalan yanlış bir şeyler geveledim ama olgun adamdı, sesini çıkarmadı.

Sadece bir fanteziydi yazdıkları. Gerçeklerle alakası yoktu. Soldan gelen bir yazar, Osmanlıyı sahiplenen, kültürel kopukluğu anlatan bir yazar. İlhan Selçuk onu alçaklıkla suçladı. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler bunlar.

Kültürün birçok penceresi vardır. Değişik yerlerden bakılabilmeli. Tanpınar ile Kemal’in doğu batı meseleleri hep aynıydı. Sanıyorum kendisinden başka bir yazarın da aynı meseleler ile uğraşması Kemal Tahir’i çok kızdırdı. Kabul edemedi onu. Vedat ile de çatışmaları bu ayardaydı. Bir gün yine Vedat için ileri geri konuşurken duvarda asılı kendi fotoğrafı düşüp kırıldı. Çok anlamlıydı, güldük. Kemal Tahir vefat ettiğinde evine gittik. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanı açık halde masada duruyordu. ‘Ancak ahmaklar okur bu şeyi,’ dediği kitabı okuyormuş meğer. Çok hüzünlendim.

M.G: Atilla İlhan, uzun süre mektuplaştığınız ulusal bir yazar.  

S.İ:  Kemal Tahir ile aynı noktada bir yazar bence. Yaşı itibari ile yorgunlukları vardı. Ona yönelik çekişmelerle gelen yıpranmışlıklar. Esasında Atilla İlhan ‘en a la française’ bir kişiydi. İnsan kendi alanlarından kopup sadece yakınlık bulmak için başka noktalara gidebiliyor.

Necatigil bir cumhuriyet yazarıdır. Eski edebiyatı yenilerine eklemekle hakiki bir köprü olmuştur. Şiirleri, devri tamamlanmış divan şiirlerinin ahengindedir. Kendisiyle tesadüfen tanıştım. Kitapta şiiri vardı. Arkadaşımın apartmanının üst katında otururdu. Aramızda bir usta çırak ilişkisi oldu. Alçak gönüllü, ince bir insandı. Benden küçük bir kızı vardı. O anlatıyor, ben hiç hatırlamıyorum. Beraber bir odaya girermişiz, haldır haldır anlatırmışım ona. Ben konuştuğumu hatırlamıyorum hiç. Tek hatırladığım çalışma odasındaki felsefi suskunluklar.

Atilla İlhan’ı mektuplar yoluyla tanıdım. İzmir’de yaşıyordu. Bir hayranınızım diye mektup yazdım. Beni cevapladı. Hayranınızım diyorsun ama ismimi yanlış yazmışsın, dedi bana. 1970lerde Bilgi Yayınevinin müdürü oldu. Nazlı Eray, Pınar Kür gibi yazarların ilk kitapları hep onun önerisiyle yayınlandı. Bilgi Yayınevi Ankara’daydı. Arada telefonla görüşüyor, mektuplarda uzun uzun konuşuyorduk.

Sonra Atilla İlhan öğrencilerinin kendisine yazdığı mektupları birdenbire kimseye sormadan, mektup sahiplerinden izin almadan yayınladı. Herkesin şahsi mektuplarıydı bunlar. Ben Peride Celal için piyasa romancısı yazmışım bir mektubumda. Gençlik işte. Kitaptaki mektupların dörtte biri bana ait zaten. Sesimi çıkarmadım. Gazetecilere, Atilla İlhan gençliğimizi dosyalamış bize iade etmiş, ne yapalım, dedim sadece. Olan olmuş. Adam seksen yaşında. Başka bir yazar için, ‘küçük dev adam ha ha ha,’ demişim. Ölünce çok üzüldük tabii. Buket cenazede kendini yerden yere atıyor. ‘Madem bu kadar seviyordun, mektuplar için niye üzdün o zaman adamı,’ dedim.

M.G: Siz geçmiş edebiyatı gündemde tutuyorsunuz. 

S.İ:  Abdülhak Şinasi, Nahit Sırrı Örik gibi eskilerin yazdıklarından büyük tat alıyorum. Yazar zamanın sosyal tarihçisidir.

M.G: İstanbul’un değişen yüzü hakkında ne düşünüyorsunuz? 

S.İ: Sezgilerimin bir şey demesine gerek yok. Vapura binin ve şehrin siluetine bakın. Yabancı yazarlar hep o silueti anlatır dururlar. İki yazar arasında iki yüz yıl vardır ama anlatılanlar aynıdır. Şimdi gördüğümüz ise kâbusun resmi. Muhafazakâr rejimler ne zaman başa gelse en korkunç değişimler o zaman oluyor. Tarihi doku yok ediliyor. Peyami Safa muhafazakâr bir yazar ama eserinde ‘sur içini aman ellemeyin.’ Der. Dinleyen kim? Çok vahşi bir şey, tarihi yok ediyorsunuz.

M.G: Selim İleri eleştiriler de aldı tabi. ‘Dostlukların Son Günü’ne sol kesimden epey eleştiri geldi. Mehmet Güler yazdıklarınız için ‘kılçıklı bir dil, yazdıkları edebiyata bir şey katmıyor,’ dedi. 

S.İ: Türkiye’de iki değişmeyen eleştiri yapılır. Birincisi ‘kılçıklı dil’,  ikincisi ‘bir yerden çalıntı’.
Romanlarımda ana temalardan biri küçük burjuva hayatının eleştirisi. Bu eleştiriler, ikiyüzlülükler bugünkü hayatımızı kurdu. Yıllarca jüri üyeliği yaptım, şükürler olsun ki bıraktım artık. Ödüllerin zararı ve yararı olduğuna inanıyorum.

Zeyyat Selimoğlu, ‘Direğin Tepesinde Bir Adam’ ve Oğuz Atay, ‘Korkuyu Beklerken’ aynı yarışmaya katıldılar. Oğuz Atay kazanamadı mesela. Yine Sevim Burak’ın Yanık Sarayları bir başyapıttır. Ama ödül başkasına verilmiş ve o eser ve yazarı zaman içinde yok olmuştur.

M.G: Biraz da oyunculuğunuzdan, sinema yönetmenliğinizden bahsedelim isterseniz.

S.İ: Kendimi hep Göksel Arsoy’a benzetirdim gençken. Nerem benziyorsa. Müjde ile Afife Jale filmini yapıyorduk, dar bütçeli. Oyuncuya verecek para yoktu. Orada deli doktorunu oynadım. Çok zordu gerçekten. O sahneyi mahvetmişim. Otuz küsurlu yaşlarda askerlik yaptım. Döndüğümde her şeye sıfırdan başlamam gerekti maddi olarak. Argos dergisinde işe girdim. O sırada Uğurlu aradı. Beş dakikalık bir rol var, dedi. Sabah erken akşama kadar lanetler ederek rolümün sırasının gelmesini bekledim. Çıkışta elime bir zarf tutuşturdular. Yolda açıp baktım. Argos’tan bir ayda aldığım para. Daha sonra Uğurlu aradı. Özür diledi. Seni çok bekletmişler abi, diye. Parayı gördüm ya, hemen ‘yok canım sen rol çıkınca yine beni ara,’ dedim. Sonra da hep oynadım. Şimdi oturduğum daireyi o sayede almışımdır. Başka bir filmde de felsefeci rolünü oynamıştım. Yine çok berbattım.

Kemal Tahir’in evinde Halit Refiğ’le tanıştım. Şu ara çok senariste ihtiyacımız var, dedi. Denedim ama hiç bir şey bilmiyorum, senaryo yazmak bambaşka bir şey. Çok zor. Çok iyi senaryo yazıyor, diye beni Atıf Yılmaz’a gönderdi. Baktı ki hiçbir şey yazamıyorum, dört beş senaryoyu kendi yazdı. Daha sonrakiler benim diyebilirim ancak.

Sinema kolektif bir sanat ben bunu yapamadım. Tek başıma yazmaya alışmışım. Yazdığımın esas olduğunu varsaydım. Değişimleri beğenmedim. Şimdi her şey eminim farklıdır. Ama o yıllarda bütçe çok dardı. Senaryo bütçeye göre değişirdi.

Lütfü Akad muhteşemdi. Ömer Kavur çalışmayı en çok sevdiğim yönetmendi.

M.G: Bugünün sineması ile yirminci yüzyıl sinemasını karşılaştırsanız?

S.İ: Ben hala eskileri seviyorum. Catherine Deneuve mesela. Gençlik yıllarımda seyrettiğim Antoniolar. Türk sinemasının yenileşmesi bana yakın gelmiyor. Bizde o tarz bir oyunculuk yok. Kusura bakmasınlar ama kadın yolda yürüyor, on dakika. Oradaki yavaşlıktan bir haz almıyorum.

Göksel Arsoy yok artık, ben de zaten olamamışım. Belgin Doruk’un o beyaz eldivenleri yok.

Sinematek çok önemli bir kurumdu. Bizim neslin üzerinde etkisi çok büyüktür. İlk önce Şişli, Sıracevizler’de Kervan sinemasında işe başladı sonra Sıraselviler Sinematek binasına geçtiler. Bir de kitapçısı vardı içinde. Sinemaya gittiğimde kitaplarımı oradan alırdım. Macar, Bulgar sinemasını hep orada tanıdım ben. Kurucusu, aziz dostum Onat Kutlar’ı orada tanıdım.

M.G: Romanlarınızda siz tango isimlerinden başlıklar seçip parça yazılar yazdınız. Ama bu çok başarılıydı.

S.İ: Heves edinilen yeniliğin oturmaması beni rahatsız ediyor, yoksa tabi ki yenilikten yanayım. Sevim Burak bir yenilik ama yaşadığımız toprak aynı zamanda. Heves halindeki yenilik rahatsız eder beni. Ahmet Oktay benim için post modern demiş ama ben öyle olduğumu düşünmüyorum.

M.G: Son romanınız ‘Yalan Tango’.  Eskileri bir nevi anma mı bu?

S.İ: Her şeyi küçümsediğimiz için eskilerin kıymetini bilememişiz. O devirde bu yazarlara piyasa romancısı denmeseymiş keşke.

Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, bunlar yeniden basıldı ama piyasaya hitap etmedi. On bin adet basıldı, ne yazık ki yüz adet ancak satıldı. Üstelik hiç tahmin edemeyeceğimiz bir semt olan Nişantaşı’nda. Bu tür işler hiç belli olmuyor.

Kerime Nadir’in yazı anılarını yazdığı ‘Romancının Dünyası’ çok güzeldir. ‘Hıçkırık’ masumiyet içinde yazılmış, tuttuğunu görünce daha sonra klişeleşip benzer şeyler yazmaya başlıyor. O gün için çok önemli, cesaret gerektiren şeyler bunlar. Aşk, kadın, ilk defa yazılıyor.
Esat Mahmut Karakurt’un ‘Sokaktan Gelen Kadın’ yine bir ilk. Üstü açık bir spor arabada saçları savrularak direksiyon sallayan kadın imajı bize çok uzaktı o yıllarda. Türkiye’nin değişimi kitaplardan araştırılabilir. Çok güzel bir şey bu.

Bugün uzmanlık alanı şiirde durağanlık var, roman bir saçmalama içinde, şu anda edebiyatta korunan alan hikâye. En beğendiğim öykücüleri soruyor gençler. Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Jale Sancak, Nalan Barbarosoğlu gibi isimler var aklımda hep.

Sinemaya geri dönersek, Ömer Kavur daha önce de dediğim gibi çok bilinçli bir yönetmendi, benden başka Firuzan ile Yusuf Atılgan ile çalıştı. Her sahneyi kendi denetiminden geçirirdi. Ne yapmak istediğini bize açıkça telaffuz ediyordu. Diğer yönetmenlere gerçekten kırgınım. Filmin nasıl biteceğine son dakikada karar verirler. Birdenbire sonun iyi bitmesine karar verilir. Sırf sonu için yazdığım bir şeyi birdenbire değiştirirler.
Göl filminde aşırdığımız tema ‘Uğultulu Tepeler’ idi. Genellikle ‘Anna Karanina’ aşırırdık.

Atıf ve Halit ile çalışmalarımda hiçbir şey bilmiyordum, pek bir şey yapamadım. Filmlere müdahaleler hep sonlarda oldu. Türk seyircisi iyi son ister. Yoksa bu film satmaz, derlerdi. Hop sonu değişirdi aniden.
Bir de oyuncuların anlamsız kaprisleri vardı tabi. Talat Bulut, filmde kimseyle öpüşmem diye tutturduğu için üç saat eksi üç derece ayazda beklemiştik. Neyse en sonunda Türkan Şoray’la öpüşmeyi kabul etti de hepimiz donmaktan kurtulduk.

Atilla İlhan’la çalıştım. Irmak Söyleşi yapıyordum. Kitabın adı ‘Atilla İlhan’ı Dinledim, Nam-ı Diğer Kaptan’. Onu dinleyip notlar alıyorum. Devamlı ‘Edip Cansever hep sarhoştu,’ diyor. Ben eve gidince o kısımları silip atıyorum. Kitapta çıkarsa herkese ayıp olacak. Söyledim kendisine de, sonradan sorun çıkmasın diye. ‘Tamam evladım, istediğini yap kitabı sen yazıyorsun,’ dedi. Başka bir akşam beraber içmeye gittik. Orada ben, ‘hocam Edip Cansever çok iyi biridir esasında,’ dedim laf arasında. ‘Öyledir evladım herhalde, ben kendisini hiç tanımam ki,’ dedi. Ayıplamıyorum, seksen yaşında insan. Algı bize bazen kötü oyunlar oynayabiliyor. Olmayan şeyleri gerçek gibi kabul edebiliyoruz.

İki saat nasıl geçti hiç anlayamadım. Selim İleri’yi dinlemek, onun engin bilgisinden yararlanmak müthiş bir şey. Hani taze kavrulmuş helvayı önünüze koyarlar ya, şekeri tam ayarında, fıstığı bol, hala ılıktır. Bu son derken dayanamaz, yeniden daldırırsınız kaşığı. İşte Selim İleri’yi dinlemek öyle bir şey. Başka edebiyat söyleşilerinde buluşmak üzere.

Füsun Çetinel 


0 yorum :

Yorum Gönder