Yerüstünden Notlar

| 0 yorum

YERÜSTÜNDEN NOTLAR

Diş ağrısının da ayrı bir hazzı vardır. Tam bir ay dişlerim ağrıdığı için çok iyi bilirim. Kuşkusuz bu durumda açıkça öfkelenilmez, iniltiler çıkarılır, ama bu iniltiler içten gelmeyen, sinsi iniltilerdir. Sorun da burada zaten. Acı çeken kimsenin bütün zevki inlemektir, bundan bir zevk almasaydı inlemekte direnir miydi? Bu inlemelerinizle, ilkin, acıların bütün amaçsızlığıyla sizi küçük düşürdüğünü, varlığına aldırmadığınız doğa yasalarının sizi alay edercesine, kılı kıpırdamadan hırpaladığını anlatmak istersiniz. Ortada bir düşman olmadığı halde sızılarınızın sürüp gittiğini; dişçi Wagenheim’ların bütün çabalarına karşın dişlerinizin tutsağı olduğunuzu; sizin dışınızda birinin istemesiyle acılarınızın dineceğini ya da üç ay daha süreceğini; son olarak da, boyun eğmeyip hala karşı koyuyorsanız, kendinizi avutmak için size kalan tek şeyin, ya kendinizi kırbaçlatmak ya da yumruklarınızı acıtırcasına duvarlarınızı dövmek olduğunu söylemek istersiniz inlemelerinizle.*

Sultan Hanımın inlemeleri yeniden duyulmaya başladı. Sayfanın kenarını kıvırıp üzeri ilaç kaplı sehpaya bıraktım. Ayraç kullanmam, kitapla arama kimseler girsin istemem. Kıvırdığım minik kulakların üzerine kurşunkalemle notlar düşerim. Bazen okumamın neden kesildiğine dair kısa hatırlatmalar. Bir önceki kulakçıkla şimdiki arasında kaç sayfa yol aldığıma bakarım. Genellikle iki üç sayfayı geçmez. Sultan daha fazlasına izin vermez. İniltileri hayatımın sınırlarını çizer. Geniş bir repertuarı, değişik anlamlara gelen tonlarca sesi vardır. Bu kadar zavallı bir bedenin bu kuvvette nidaları nasıl çıkardığına hiç aklım ermez.

''Ne var Sultan Hanım? Bu sefer ne var,'' dedim perdenin deliğinden giren zayıf güneş ışığını tenimde hissetmeye çalışarak.

Sultan Hanım konuşmaz, emir verir. Azarlar. Şikâyet eder. Bezdirir. İnler. Daha olmazsa ağlar. Kendini acındırmaya çalışırken çirkinleşir. Zavallılaşır. Eli ayağına dolaşır. Derinlerdeki tortular yüzeye çıkar. Ellemeye iğrendiğim yapışkan pisliğe dönüşür. Ondan kurutulmak isterim ama cesaret edemem.

Neler istemem ki? Bulaşık eldivenlerimi takıp, temizlik malzemeleriyle odasına dalmak isterim. Son kullanma tarihi geçmiş kemik torbasını battal boy çöp poşetine tıkıştırmak sonra da ağzını iyice büzüp üzerine kör düğümler atmak, çöp saatini beklemeden elceğizimle caddedeki konteynırına fırlatmak. Ağır demir kapağı üzerine kapamak. Aylardır çıkmadığı yatağını, tepside duran işlevsiz renkli hapları, ağır kokusu odayı kaplamış tütün kolonyasını, suyu çekilmiş limon dilimlerini, oraya buraya tıkıştırdığı kirli mendilleri, çorba lekeli hırkasını camdan aşağı atmak.  Kovayı ağzına kadar su doldurup içine bolca arap sabunu katmak, köpürtmek, köpürtmek, odanın dört köşesini kanırta ova silmek, ekşi kokusunu yok etmek. Camı ardına kadar açmak. Baharın iğde kokusunu, caddenin neşesini, okul çocuklarının bağrışlarını içeri doldurmak. Bunları isterim. Çok mu?

Öğrendim. Mors alfabesi gibi söktüm Sultan Hanımın inlemelerini. Yatağa doğru bir iki adım attım. Damarlı kuru parmakları sertçe koluma yapıştı, beni ölüm kokan nefesine çekti. Geceliğinin açıklığından ortaya çıkan tahta göğsü hızla inip kalkıyordu. Kurtulmaya çalıştım. Sivri kemikleri etime daha çok saplandı. Saate baktım. İki otuz. Yemeğini yedirmiş, istemese de altına bezini bağlamış, suyunu ilaçlarını vermiştim. Oda karanlıktı, camlar kapalıydı, üstü tam istediği kalınlıkta örtülüydü. Yastıklarını kabartmayı unutmamıştım.

Hırrrk, dedi. Kısa ve boğuktu. Kulaklarımı diktim. Bu sesi kodlayamadı beynim. Daha öncekilerin hiç birine benzetemedim. Kolum hala pençesindeydi. Asıldıkça asılıyordu. Gözleri dipsiz, karanlık birer kuyuydu. Çürük nefesi suratımda dolaştı. Kalbim hızla atmaya başladı. Kokusuz, sarı kahverengi bir ıslaklık hare hare beyaz geceliğine yayılıyordu. Kafasını aniden arkaya devirdi. Âdem elması gırtlağını deşip fırlayacak sandım. Çizgi olmuş renksiz dudakları belli belirsiz kıpırdadı. Bir şeyler söyleyecek sandım. Kulağımı yanaştırıp bekledim. Karanlık gözleri bulanık suyun içinde yüzen cansız dişlerine sabitlenmişti. Kolum yavaş yavaş pençesinden kurtuldu. Beyaz tenimde kırmızı çizikler kalmıştı geriye.

Kaç dakika kaç saat geçti? Elimde çöp poşeti odanın ortasında duruyordum. Yabancı bir sessizlik hüküm sürmekteydi. Koltuğa çöküverdim. Elim kitaba gitti. Kıvrık sayfaya diktim acıyan gözlerimi.

Artık eskiden görünmek istediğim gibi bir kahraman değil; iğrenç, şirret bir adam var karşınızda. Varsın öyle olsun.* 

Daha fazlasını okuyamadım. Çöp poşetine attım kitabı. Ağzını düğümledim. Terliklerimi sürükleyerek komşu kapıyı çaldım.

''Annem,'' diyebildim, gözyaşlarım sağanaklar halinde inerken. ''İki sayfa arasında terk etti beni.''

* Yeraltından Notlar, Dostoyevski, sayfa 29-31

Kaynak: altZine.net, altMetin

Füsun Çetinel



0 yorum :

Yorum Gönder