Sevim Burak Dikiş Diker Gibi Yazar


Ölümünün 30. Yılında Sevim Burak Ötekilere Yazmak Sempozyumu, MSGSÜ’de gerçekleşti. Sabahın erken saatlerinde oyuncu ve sunucu Güner Özkul’un açılışı konuşmasıyla başlayan sempozyum akşam saatlerinde Murathan Mungan’ın ''Sevim Burak’ın Çengelliiğneleri'' başlıklı kapanış konuşmasıyla son buldu. Beş oturumdan oluşan sempozyumun ''Tanıdığımız Sevim Burak'' başlıklı panelini sizlerle paylaşmak istedim. Doğan Hızlan, Cevat Çapan ve Selim İleri’nin hatıraları, hatırladıkları ve yazarla paylaşımlarının anlatıldığı panel samimi bir sohbet havasında geçti. 


Sevim Burak’ın edebiyatı kurgu değil gerçekti, der Doğan Hızlan. 

Bazı yazarların kitaplarını okumak onları tanımak için yeterlidir. Sevim Burak böyle değildi. Davete, baloya gider gibi geldiği yerde hemen değişik bir hava estirirdi. Görüntü onun için her şeydi. İspatlamış, kanıtlamış bir yazar. İkisi arasında paralellik var. Edebiyatın kendine has bir kurgusu var elbette ama onunki doğallık bağlamında görünür. Kuzguncuk, Levanten yaşam. Bu tanıdığım kadın bunları yazabilir, dersiniz. Öznelliğin tanıklığının edebiyata yansımasıdır bu. Çok hoş konuşurdu edebiyat masasında. Kızardı, bizleri haşlardı, konuşurdu. Sonra güler, eski haline dönerdi. Hepimiz paylamasından hissemizi alırdık. Shekaspeare oyunu gibiydi sohbet masamız, sanatın kırıntılarıyla bezeli, tartışılan bir masaydı.

Gece ev ziyaretleri yapardık ona. Kitabı hakkında söyleşirdik. Gösterişli giyimi, makyajı, teatral davranışları ile evde bir davet veriyor havasındaydı hep. Eski İstanbul kozmopolit örgüsünün farklılıklarının lezzetini yansıtırdı. Sadece edebiyatta değil, yaşamda da. Her dilden, dinden, ırktan Sevim Burak tanıklığıyla yetiniyoruz biz. İstanbul değişti. Beyoğlu, Kuzguncuk, komşuluk, aşklar, kızgınlıklar başkaydı o zaman. Anlayış başkaydı. Mahallenin simgesinin anlatıcısıdır o. Olaya, hayata açık biriydi Sevim Burak. Öyküye getirdikleri iyi bir yazarı anlamamıza yardımcı olur. Sevim Burak okumak, yeniden ondan tat almayı mümkün kılıyor. Bazı yazarları okursunuz, öğrenirsiniz ama bir daha o sayfalara geri dönmezsiniz. Ama yazar hayatın içindeki damarı keşfetmişse devamlı okursunuz o yazarı.


Ekşi sözlük Cevap Çapan için Sevim Burak’ın tırmaladığı adam der. 

Fiziki bir tırmalama değil tabi bu ama mektuplarda bir tırmalama söz konusu olabilir. Sevim Burak çok önemli bir yazar ve sanatçı kabul etmek gerekiyor. Ancak anlatılacak şeyler var, anlatılmayacak şeyler var. Acıklı, güzel birçok anılar var. Sevim Burak’la yakınlığım dostluğum olumlu. Yazdıklarına bakacak olursanız, özyaşam öyküsel özelliklerini düşünecek olursanız acı çektirilen, saldırılan bir yazar olarak karşımıza çıkar. Bir tiyatro oyunu yazıyordu, çok teşvik etmiştim onu. Cevat Çapan beni ittin, çok teşekkür ederim yazmıştı bana.

60’lı yıllarda Ömer Uluç’la evliydi. 1965’te Yanık Sarayları yazdı. Önemli bir edebiyat olayı. Ben de o yıllarda ucundan kıyısından edebiyat çevresine girmeye çalışıyordum. Ömer arkadaşımdı. Birbirlerinin sanatına saygı gösterirlerdi. Sana çevresi bir sahnedir, içindekiler de birer oyuncu. Önce onların arasında figüran olarak belirirsiniz. Sevim Burak ve Ömer Uluç başoyuncuydu o sıralar, alkışlarla ya da yuhalarla çevreleniyordu. Bunlar yaşanır hep, olağandır.

Sevim Burak’ın edebiyat dünyasında karşılanışı onun hoşuna gidecek şekilde olmadı. Kıskançlıklar, düşmanlıklar oldu. Kuşkucuydu, herkesi düşman olarak görmeye başladı. Kendini destekleyenlerden biri Memet Fuat’dı. Sevim Burak Sait Faik Hikâye ödülünü alamayınca, Memet içinde bulunduğu jüriden istifa etti. Sevim Burak’ın en güvendiği dayanaklarından biri oldu. Onun desteğine ben de katıldım. Yazdıkları özgün, benzeri olmayan şeyler olduğu için onu destekledim. Bir hikâye veya oyun yazdığı zaman hep onun yanında durdum, cesaret verdim.

İşte Baş İşte Gövde İşte Kanatlar, ilk defa kız Kolejinde sahnelendi. Özgün oyunları hemen kabul edip sahnelemiyorlar, işte bu yüzden Sevim Burak tiyatroda kendini gösteremedi. Sahibinin Sesi devlet tiyatrosuna kabul edildi ve oynandı. Ben de kabul kurulundaydım o sıra.

Uğraş düzeni dediği şeyin hep dışında hissetti kendini Sevim Burak. Yabancılaşmış ve ötekileşmiş yazar olarak ortaya çıktı. Ötekileşme onu başarılı bir yazar olarak ortaya çıkardı. Özel hayatında herkesin çekindiği bir yazardı. Geçimsizliğinin kaynağı belki de evliliğinde yaşadığı sorunlarıydı. İki büyük sanatçı zamanla birbirine acı çektiren insanlar oldu. Etraflarındaki kimse de bunların tanığı olmak istemedi. Dedikodu dünyası hep bunlarla beslendi.

Sevim Burak efsanesinin, kült yazar olmasının etkenleri arasında mektupları da vardı. Nasıl bir dünyada yaşadığı, bu dünyayı neden cehennem gibi gördüğü, sevgi denen duyguların neden onu besleyen bir kaynağa çıkmadığını anlamayabiliriz. İki çocuğu vardı. Karaca ve Elfe. Bu aile içi hikâye konuşmaya elverişli değil. Karaca’nın anne sevgisi, ona olan hayranlığını koruması dikkate değer. Oğlu olmaya layık olabilmek için her şeyi yapmıştır ama önyargılarıyla Ömer Uluç’a aşırı düşman davranmıştır. İki tarafın da arkadaşı iseniz, taraf tutmak istemiyorsanız, iki tarafı da değer verip seviyorsanız, bir savaş içinde kalmış gibi olabilirsiniz.
Sevim Burak ile dost olmak gerçekten güç bir şeydi ama bu değerli dostluğu hak ettiğimi sandığım için burada bulunmaya razı oldum.


Kahince şeyler Sevim Burak’ın yazdıkları, diye düşünür Selim İleri.

1967 yılında Galatasaray Lisesinde okurken edebiyata tutkun arkadaşım Ahmet Kaptan sayesinde Memet Fuat’ın çalıştığı yeni Dergi’ye sık sık giderdik. Yeni Dergi’nin bir yan kuruluşu olan O Yayınevi vardı. Yeni çıkan kitapları raflara dizerlerdi. Ahmet Kaptan’la bütün kitapları aldık. Bir gün, 1965’te ilk basımı yapılan Yanık Sarayları aldık. Ön kapağı Ömer Uluç’un bir çalışmasıyla bezeliydi. İlk hikâyesi, Sedef Kakmalı Ev. İlk cümlesi, belki mısrası, dizesi, derim ben, beni çok etkiledi okuyunca. Okulda kendi kendime tekrar ettim hep. Ahmet Kaptan sayesinde karşılaştım Sevim Burak’la, ona borçluyum. Beni etkileyen üç beş kitaptan biridir. 1965’te Sait Faik Hikâye ödülünü kazanamamıştı. Antolojilerde bile adı geçmeyen birine verildi ödül. Seçici kuruldaki bazı kişilerin arkadaşıydı belki de. Bu çok acı. Behçet Necatigil’in kişisel bir vicdan azabı vardır bu konuyla ilgili.

Daha sonra benim kitabım Cumartesi Yalnızlığı’na da verilmedi Sait Faik Hikâye ödülü. Dört kişi çete olduk ve ödül niye bana verilmedi diye bir soruşturma başlatmaya karar verdik. Bu soruşturmada sorular sorduğumuz Leyla Erbil gibi birçok yazar vardı. Ben Sevim Burak’ın da olması gerektiğini söyledim. Naci Çelik’le birlikte Sevim Burak’a gittik, soracak sorularımız var. Naci Çelik son anda korktu, içeri girmek istemedi. Ben kendimi Naci Çelik diye tanıtarak girdim içeri, sorularımı sordum. O görkemli Sevim Burak ile ilk tanışmam böyle oldu. Soruların yanıtları yordu onu, o sıra cümle parçacıkları monte ediyordu. Şiir tadı taşıyan yanıtları diğerlerinkinden çok farklı, ironi içinde.

1974’te ikinci kez tanıştık. Bu sefer Naci Çelik değildim. Çok gülmüştü. Fazla ortak anımız yok bunun dışında. İlk hastalığı başladığı vakit yurtdışından gönderdiği bir kartta ‘beni sorarsanız çok mutluyum çünkü bir yıllık bir ömrüm kaldı’ yazıyordu. Bir kere de Kuzguncuk’tan telefon açmıştı. Hastalık sebebiyle tuzdan uzak durması gerekiyordu. Bakkalda turşu suyu içiyorum, demişti.

Sevgili Karaca annesinin kendisine yazdığı mektupları getirdi. Kitaba giriş cümlesi yazmamı istedi. Memet Fuat yayınlanmasından yana değildi bunların. Sonradan düşündüm, acılar, coşku, taşkınlıklar, yazarın kendisinin bile kendisine nefretler kustuğu mektuplardı bunlar. Mektupların hepsini yeniden okudum. Birçok kişi hakkında acı sözler olmasına rağmen içtenlikle yazılmış satırlar. Umutsuz mektuplar, o dönem için kırgınlıkların mektupları. Kâhince mektuplar. ‘Kimsenin kimseden beklediği bir şey yok.’ Yirmi otuz yıl sonrasını önceden görmüş biri. Hakkı en çok yenmiş yazar bence.

İki tiyatro oyunu özellikle çağdaş Türk tiyatrosunda olağanüstü güzellikte metinler. Sürekli ertelenen oyunlar. Umutsuzluğa yönlendiren, onurunu kıran hareketler. Oyunlar karmaşık olabilir, çok katmanlı olabilir ama…
Sevim Burak’ı son görüşüm Bağdat caddesinde, müthiş çılgınlık dönemi, otomobillerle kendisi arasındaki ilişkiyi anlatmıştı bana. Son kitabını yazmaktaydı. Ahmet Oktay radyoda ölüm haberini verdi. Otuz yıl önce bugün Ararlık ayında. Sevim Burak bu otuz yıl içinde edebiyatından hiçbir şey kaybetmedi. Onun öykülerini tekrar tekrar okumuşumdur. Afrika Dansı, Yanık Saraylar, oyunları, öyküleri. Hiç değilse bir çift sözü otuz yıl sonra konuşma imkânı bulduk.


Çocukluğumla büyüklüğüm arasında fark yok, demiş Sevim Burak. 

1931’de İstanbul’da doğdum. 21 yaşına kadar Kuzguncuk’un tepesindeki evimizde babaannem ve büyükbabamla geçirdim. Aile çevremizde çocuktan çok yaşlı komşular, yaşlı akrabalar bulunduğu için onların arasında yaşlı bir insan gibi yetiştim. İlkokulu Kuzguncuk’ta, ortaokulu Tünel’deki Alman Lisesinde bitirdim. Öğrenimim bu kadardır, diye özetler sevim Burak kendi yaşamını.


Sevim Burak’ın dikiş dikmesiyle yazı yazması arasında bir ilişki vardır, bence de...

İğne, onun vazgeçilmez yazı gereçlerinden biridir. Daktilo ve makastan sonra gelir. Bir tür şimdinin kes yapıştır yöntemidir bu. Metinlerini küçük kağıt parçalarına yazar, sonra bunları iğnelerle birbirine tutturur, perdelere asar, halılara yayar. Okur, beğenmez yerlerini değiştirir. Tekrar iğneler… Ah Ya Rab Yehova hikâyesinde de Bilal Bey’in kalbine yürüyen bir dikiş iğnesi vardır. Yazarın simgelerinden biridir, ölüm. Bütün hikâyelerin görünmez kahramanı ölüm, bu hikâyesinde iğne kimliğine bürünerek ortaya çıkmıştır.

Füsun Çetinel

Munro'nun Öyküleri Jöle Kıvamında

Nobel Edebiyat Ödülü Kısa Öykünün


82 yaşındaki Kanadalı Alice Munro Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan 13. kadın yazar oldu. Üstelik ödül ilk defa bir kısa öykü yazarına verildi. Munro, Kuzey Amerika ve İngiltere’de zaten çok uzun süredir tanınıyordu ama İsveç Akademisinin ona layık gördüğü ''çağdaş kısa öykünün ustası'' ünvanı ününü uluslararası bir platforma taşımasını sağladı. Ödül sadece Kanadalı ve kadın yazarlara dikkat çekmekle kalmayıp kısa öyküye geç de olsa hak ettiği değeri kazandırdı.

Nobel ödülü ne zaman bir sanatçıya verilse, medya çalkalanır. Şüpheler, dedikodular, şaibeler başlar. Neden Munro, diye sordu herkes, anlamsız bir patırtı koptu. Munro’nun bu soruya verecek cevabı yok ne yazık ki. Kim Olduğunu Sanıyorsun Sen isimli kısa öyküsünden de anlayacağınız gibi Kanadalılar kendileriyle övünmeyi hiç sevmezler.

Munro kendini ev kadını olarak tanımlar ve bu yüzden birçok okuyucu onun konularını fazla ailevi ve sıkıcı bulabilir. Erkek yazarlardan bir tanesi Munro’nun iyi öyküler yazdığını ama buna rağmen onunla kesinlikle yatmak istemediğini söylemiştir.  Ben de meraklısı değilim zaten, diye karşılık vermiştir yazarımız ciddiyetle.

Nobel’e giden yol onun için hiç de kolay olmamıştır. Onun yaşadığı zamanda ve yerde bir edebiyatçının ortaya çıkması neredeyse imkânsızdı. Kendisi 1931 yılında doğmuş, çocukluğu ekonomik krize, gençliği ise İkinci Dünya Savaşına denk gelmiştir. Hikâyelerine de konu olan güneybatı Ontario’da ufak bir kasabada yetişmiştir.

Meşhur Amerikalı yazar Raymond Carver’ın kadın hali diye düşünürüm çoğu kez Munro’yu. Öyküleri diyaloglarla, günlük hayatla, basit karakterle bezelidir. Fazla bir şey olmaz, durum öyküleridir bunlar. Kısa zamana sığan gündelik, sade öyküler. Carver öyküleri dokuz on sayfayla sınırlı kalırken, Munro’nunkiler kimi zaman elli altmış sayfayı bulabilir. Belki de bunda Munro’nun kadın yazar olmasının payı vardır.

Greame Gibson’un, Alice Munro ile yaptığı röportajı belki öykülerini daha iyi anlamanıza yardımcı olabilir diye sizler için video kaydından çevirdim.

Sizce yazarlar, fizikçiler veya antropologlar gibi özel bir bilgiye mi sahipler?

Bilgi değil de, belki de farklı görüş diyebiliriz buna. Düşüncelerle ilgilenen entelektüel bir yazar değilim ben. Analiz veya tahlil yapamam ben ama siz belki bunu yaşamın yüzeyi olarak adlandırabilirsiniz, bu dış yüzeyle, görünenle ilgiliyim ben.

Nasıl şeyler bu yazarların gördükleri?

Benim için insanların nasıl göründüğü, neler dediği, nasıl koktuğu, günlük şeyler işte. Her gün olan şeyler. Bunlar çok önemli banim için. Tam da hayatın, olanların ton ve dokusunu verebilmek benim için çok önemli. Bu benim kendi inancım, dünya üzerindeki her hangi bir dinle alakalı olduğunu söyleyemem.

Sizin için yazmak neden önemli?

Aman tanrım! Neden mi yazıyorum? Cevaplayabileceğimi sanmıyorum bu soruyu. Her zaman yazdım. Yazmayı bir terapi olarak görmüyorum. Niye önemli bilemiyorum. Ama yazmamayı hiç düşünmedim ki ben.  Asla bir kitap yazıp sonra biraz dinlenmedim. Hemen bir diğerini yazmaya başladım. Bütün meselelerimle uğraşacak kadar uzun yaşamayacağım.  Buna rağmen acele etmem. Çok yavaş yazarım. Yazdıklarım da yavaştır zaten, öykülerdeki olaylar jöle kıvamında gelişir.

Hep yazacak bir şeyler var. Düşündüğüm bir şey üzerine çalışıyorum. Geriye bakınca, çok da fazla bir şey yazamamışım diyorum. Olan bir şey bu… ya da bırakacağım. Yapabilirsem…

Olan bir şeye tepki mi sizinki? 

Dış dünyada olan bir şey değil bu, kafamdaki hikâye daha çok. Böyle adlandırabilirsiniz; karakterler, ilişkiler, bu insanların yaşamı. Bunları zihnimde görebiliyorum, çok net değil, loş daha çok. Ben üstünde çalışırken değişebilen şeyler bunlar.  Başa çıkmam gereken şeyler. Veya başa çıkmakta başarısız olduğum şeyler. Bir şeyle başa çıkabilmek için, daha önce defalarca denemiş olmalıyım bu şeyi. Bu var olan bir şey tabii ki, dış dünyaya ait bir şey. Başka nereden gelebilir ki meselelerimiz? Ama ben fazla şey söyleyen bir yazar değilim. Bir varoluş problemi üzerine veya bir ilişki veya kendi deneyimim üzerine yazarım.

Sizin yaptığınız bir problem çözme değil o zaman?

Duygularım çok karmaşık. Nobel’i almak benim için çok büyük bir onur. Bunun kendi başınıza geldiğini hayal etmek çok güç. Nobel’i nasıl aldım, bu noktaya nasıl ulaştım inanın hiç bilmiyorum. Karmakarışık duygular. İnanamama ve şok hali. Ama sevinmediğimi de söyleyemem.

Kendinizle gururlanıyor musunuz?

Tabi ki. Ama biliyorum ki yazılı bir şey için değerlendirme yapmak çok zor ve başka bir sürü insanın da edebiyatta gururlanılacak işler yaptığını biliyorum. Fark edilmek gerçekten büyük bir şans. Sadece çok nadir olan bir şeyi yaptığınız için değil bu. Bu ülkede ve başka yerlerde çok iyi yazarlar var. Ve siz onları temsil etmek için seçiliyorsunuz. Ben böyle hissediyorum Nobel konusunda.

Belki de Ontario’yu temsil ediyorsunuz?

Yok, ben Kanada’yı temsil etmek isterim. Çoğunluk hikâyelerimdeki mekanın Ontario olmasına ve son yıllarımı burada geçirmeme rağmen. Çocukluk size öyle bir kazınır ki, bütün malzemeleriniz orada birikir. On iki yaşına gelene kadar olur bu. Evet, bu anlamda Ontario’yu temsil ediyorum.

Hikâyelerinizin birçok insan için önemli olmasını neye bağlıyorsunuz?

Bu öykülerin birçok insan için önemli olması çok güzel. Yazarken insanlara ulaşmak istersiniz pek tabi. Tümüyle kendiniz için yazmazsınız. İlk önce gerçeğe en yakın bir şekilde ortaya dökersiniz, olabildiğince sizin gerçeğinize en yakın şekilde, sonra da diğer insanlara ulaşmasını temenni edersiniz. Eğer ulaşabilmişseniz, bunu bilirseniz, çok mutlu olursunuz. Önemli ilk nokta budur. Yazılarınızla konuşabilmek. Birçok insana konuşabilmek, benim yaşımda, belki benim cinsiyetimde ama aynı zamanda diğerler insanlara da konuşabilmek.

Ya bana, bir okuyucu olarak, vermek istediğiniz?

Ontario’da ufak bir kasabada yetişmiş birinin hislerini. Ama aynı zamanda duygularını da, kadın veya erkek olarak belirli duygular değil. Evrensel hisler bunlar. Bunu yapabilmişseniz eğer çok şanlısınız gerçekten de.
Kitaplarınızın çoğunu ev hanımı olarak ortaya çıkardım.

Çok organize olmalısınız.

Hiç de bile. Çok genç evlendim. Benim çevremdeki tüm kadınlar gibi. Sonra da çocuklarım oldu. Ev idare ettim. Çok da zor değildi hani. Yazmak tabi ki hep zordu ama bu size bir meşguliyet hissi veriyor. Eğer çocuklarınız sağlıklı ise, bu size zaman kazandırıyor ev işlerinde. Eğer istiyorsanız, yazmaya ayırabileceğiniz biraz da zaman kalıyor geriye. Bunun için ev hanımı olmak benim için bir şanstı. Dışarıda çalışıp akşam eve tamamıyla bitik bir vaziyette dönmektense. Yazamazdım o zaman. Eşim yazma isteğimi anlıyordu. Bir kitapevi işletiyor. Kocamın anlayışlı olması kulağa garip geliyor değil mi, yaşımı ortaya çıkarıyor bu.

Kendinizi geç olgunlaşan biri olarak tanımlıyorsunuz. Bununla ne demek istiyorsunuz?

Kırklarımdan önce beni pek kimse fark etmedi. Evet, kitaplarım arada sırada basılıyordu ama kendimden başka kimseyi memnun etmek durumunda değildim. Benim için önemli olan da buydu.

Kadın yazarların rolü nedir sizce?

Bütün yazarlara söyleyebileceğim şey, mutlaka söylemeleri gereken doğrularını bulabilmeleri ve bunu yazabilme şansını yakalamaları.

Yazarken sizi benzersiz kılan nedir?

Yazma işini çok ciddiye alıyorum. Yazmak benim için büyük bir zevk. Benim yazılarım benzersiz, benim yazılarım şöyle, böyle diye bir şey düşünmüyorum. Kendi memnuniyetim için yazıyorum. Bütün yapabileceğim de bu zaten. Gençken hikâyeler yazarsınız, büyüyünce roman. Benim zamanımda beklenti böyleydi. Bende böyle olmadı. Bütün hayatı boyunca hikâye yazmak isteyenler bunu yapabilmeli. Ve kimse onlara, sen büyüdün artık roman yazmalısın, dememeli.

Hala yazıyor musunuz? 

Geçen doğum günümde artık yazmayacağım demiştim. Çünkü on, oniki yaşımdan beri yazıyordum. Ve durma zamanımın geldiğini düşünmüştüm. Ve rahatlamanın. Yazar hep çalışır. Durmadan. Deneyecektim. İşte bir süredir deniyorum.

Utangaç olduğunuzu söylüyorlar. Bu ödülün hayatınızı değiştireceğini düşünüyor musunuz?

Sanmam. Sizle ödül üzerine konuşmayı seviyorum. Konuşmayı hep sevdim çünkü konuya bir ciddiyet getiriyor. Utangaç olduğumu sanmıyorum. Herkes yaptığı işle ilgili biraz dikkat çekmek ister. Yazarın yalnızlığında bu bence çok hoştur.

Bana soracak olursanız: 

Munro’nun  en güzel öyküsü Bazı Kadınlar kitabındaki Çocuk Oyunu. Yukarıdaki röportajda kendisinin de belirttiği gibi her şey çocuklukta kazılıdır. Suçlar ve günahlar da. Çocukluğun masumiyetinden yetişkinlerin günahkâr dünyasına geçiş özel bir tören niteliğindedir. Ne kadar bilinçaltının derinlerine itmeye çalışırsak çalışalım unutulmaz. Hiç beklemediğimiz bir anda ortaya atar kendini.

Alice Munro’nun; Çocuklar Kalıyor, Bazı Kadınlar, En Güzel Aşk Hikayeleri, Kaçak ve Nefret, Arkadaşlık, Flört, Aşk, Evlilik gibi Türkçe’ye çevrilmiş kitapları  bulunuyor.

Çeviren ve Yazan
Füsun Çetinel



Selim İleri ile Sinema

Sinema ve Edebiyat  

Moderatör: Murat Gülsoy 

M.G:  Selim İleri 1967’de ilk deneme yazısını yazdı. Bildiğim kadarı ile yarı deneme yarı öykü Savaş Çiçekleri, ‘Yeni Ufuklar’ dergisinde yayınlandı. Sonra 1976’da Dostlukların Son Günü kitabı ile Sait Faik hikâye ödülünü aldı. Okumaya ilginiz nasıl başladı, bize anlatabilir misiniz?

S.İ: Babam makine mühendisiydi, evde bazı kitaplar vardı ama ailede özel bir okuma ortamı yoktu. Yani okuyup yazmamda ailemin pek bir etkisi olmadı. Okuma bayramında koca sınıfta sadece iki çocuğa kurdele takılmamıştı ve bunlardan biri de bendim. Okuma alışkanlığımın oluşmasında etkili ilk öykü, Reşat Nuri Güntekin’in Kiraz öyküsü olmuştur. Sonra radyo tiyatroları vardı. Üzerimde epeyce etkisi oldu bunların. Perşembe akşamları Tennessee Williams’ın Cam Kırkları, Sırça Kümes diye çevrilmişti Türkçeye, adlı oyununu dinlerdim. Bir akşam yatağa giderken ‘ben de yazacağım ve insanların acılarını anlatacağım, ‘ dediğimi hatırlıyorum. O akşam mı karar verdim yazmaya, bilemiyorum. Belki de uyduruyor zihnim tam bilemedim.

M.G: Eserlerinizde farklı bir dil kullanımınız var. Sizde bir de geç konuşma olayı var değil mi, acaba kullandığınız bu dilde onun da etkisi var mı? Ne düşünüyorsunuz? Babanızın işi dolayısıyla Almanya’ya gitmiştiniz. 

S.İ:  Evet, üç buçuk yaşına kadar konuşmamışım. Bir gün sokağa çıkacağız. Bayramdı, ablama kırmızı ayakkabılar alınmış, onları giyiyordu. Ben babamın omzundan bağırdım, ‘çıkar onları domuz,’ diye. İlk konuşmam buydu. Bir de okumayı geç öğrenmiştim ama annemler ‘saat sekize geliyor yat artık,’ dediklerinde akreple yelkovanın durumundan saatin sekiz olmadığını anlar itiraz ederdim. Saati bir şekilde çözmüştüm deme ki.  Babam 1944-45 yıllarında Münih’e konuk öğretim görevlisi olarak gitti. O günler hala belleğimde. Oradaki yeşili, parkları unutamam. Yarısı savaşta uçmuş bir malikânede iki oda içinde yaşadık. Ağaçlar, noel, kiliseler, faşing hep bellekte saklı duruyor. Dönüşte ilkokula başladım ve iki ayrı okulda bitirdim. Biri Cihangir, diğeri Firuzağa ilkokulu. Sonra Galatasaray lisesine yatılı girdim. Çok zordu. Bugün çok daha yumuşak bir eğitim veriyor. Ciddi alt üst ilişkisi vardı, çok hırpalandım. Fransızcayı hiç sevemedim. Hala da ancak çat pat konuşabiliyorum. Hocalarım edebiyatı seven hocalar değildi. Tipik memur anlayışındaydılar. Sonra Atatürk Erkek lisesine başladım. Vedat Günyol, Baki Ramazanoğlu gibi değerli hocalarım oldu orada. İlk kez Sait Faik edebiyatıyla tanışmam da burada oldu. ‘Mahalle Kahvesi’ adlı öyküsünü çok sevdim. Sabahattin Ali’yi ilk burada okudum. Sonra değerli hocam Rauf Mutluay’la yine bu okulda tanıştım. Bana Türk dilini ve edebiyatı sevdiren öğretmenlerimdendi.

M.G: Otoriteyle ilişkiniz hep sürüyor, başınız hoş değil. Babanız otoriter ama onun da sorunları oluyor ki üniversiteden uzaklaştırılıyor.

S.İ:  Babam çetin şartlarda yetişmiş, fakir bir aileden gelme Kuzey Kıbrıslı bir ailenin çocuğu. On dört yaşlarında tek başına İstanbul’a geliyor. Ailesiyle bağı bu yaşlarda bitmiş. Uzun yıllar eğitim için Zürih’te kalıyor, dönünce de tanıdıkların araya girmesiyle annemle tanışıp evleniyor. Babam otoriter olmak zorundaydı, bildiğiniz gibi klasik aile, toplum. Sonradan yaptığının korumaya yönelik olduğunu anladım.  27 Mayısta, 147 öğretim üyesi üniversiteden uzaklaştırılıyor. Bu kişiler Demokrat partiye yakınlar diye ayırtıldılar. İhbar mekanizması işledi. Ben o zaman 11 yaşındaydım. Nedenini biliyorduk. Dayım demokrat partiye yakın bir demokrattı. Babamı da harcadılar. Oysa çok çalışkandı. Bu onun için müthiş hayal kırıklığı oldu. Bu arada emeklilik gibi tüm yasal haklar da yitirildi. O sırada Almanya’dan iş teklifi aldı. Münih’e üniversiteye geri döndü. Bu arada ihtilal hükümeti yumuşadı. 147lileri geri çağırdılar. Sabahattin Eyuboğlu da aralarındaydı. 1968’de geri döndükten kısa bir süre sonra altmış yaşında öldü. Babamsa epey maddi zorluklar çekti. Bu yüzden 27 Mayıs anayasa bayramı bana farklı şeyler ifade eder.

Kemal Tahir’le tanışıp onunla takılmaya başladım. Önemli bir yazardır. Türk tarihine sosyolojik yaklaşımıyla bilinen, karizmatik yazar. Bu samimiyet Vedat Günyol ile arasını açmıştır.

Hepsi tesadüf oldu. Kemal Tahir’le tanışmam da öyledir. 60’lı yılların sonlarında Kemal Tahir’in tarih, toplum ve edebiyat tezlerini savunan aydınlara Tahiriler denirdi. Bir de karşıt grup vardı. Aslında kültüre farklı açılardan baksalar bile aynı topraklarda doğmuş insanlardı hepsi. Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı çıktığı zaman bir Osmanlı hareketi gibi algılandı bu. Sertleşen söylemlerle, iki karşıt grup haline geldiler. O zaman Atilla Dorsay bir yazı yazdı. Adamı elinde tespih, üzerinde entarilerle ifade etti. Bizi yanlış anlaşılmalara alıp götüren kanlı bir düşmanlık haline dönüştü her şey.

Üzücü anılarım var her ikisi hakkında. 12 eylül sonrasında Vedat’ın yüreğine indi. Kemal çok üzüldü bu duruma. Sonra Kemal öldü, Vedat cenazesine gitti, çok üzgündü. Tüm çatışmaların, yersiz anlaşmazlıkların sonrasında bu üzülmeler kaçınılmaz.

Benim Kemal Tahir’le tanışmam kendi isteğim dışında gerçekleşti. Esasında bir arkadaşım için gittim ona. Daha önce hiç kitabını okumamışım. Sadece ‘Bitmeyen Savaş’ adlı kitabının arka kapağına göz gezdirmişim biraz. Bana kitabı hakkında sorular sordu. Yalan yanlış bir şeyler geveledim ama olgun adamdı, sesini çıkarmadı.

Sadece bir fanteziydi yazdıkları. Gerçeklerle alakası yoktu. Soldan gelen bir yazar, Osmanlıyı sahiplenen, kültürel kopukluğu anlatan bir yazar. İlhan Selçuk onu alçaklıkla suçladı. İncir çekirdeğini doldurmayan şeyler bunlar.

Kültürün birçok penceresi vardır. Değişik yerlerden bakılabilmeli. Tanpınar ile Kemal’in doğu batı meseleleri hep aynıydı. Sanıyorum kendisinden başka bir yazarın da aynı meseleler ile uğraşması Kemal Tahir’i çok kızdırdı. Kabul edemedi onu. Vedat ile de çatışmaları bu ayardaydı. Bir gün yine Vedat için ileri geri konuşurken duvarda asılı kendi fotoğrafı düşüp kırıldı. Çok anlamlıydı, güldük. Kemal Tahir vefat ettiğinde evine gittik. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Huzur’ romanı açık halde masada duruyordu. ‘Ancak ahmaklar okur bu şeyi,’ dediği kitabı okuyormuş meğer. Çok hüzünlendim.

M.G: Atilla İlhan, uzun süre mektuplaştığınız ulusal bir yazar.  

S.İ:  Kemal Tahir ile aynı noktada bir yazar bence. Yaşı itibari ile yorgunlukları vardı. Ona yönelik çekişmelerle gelen yıpranmışlıklar. Esasında Atilla İlhan ‘en a la française’ bir kişiydi. İnsan kendi alanlarından kopup sadece yakınlık bulmak için başka noktalara gidebiliyor.

Necatigil bir cumhuriyet yazarıdır. Eski edebiyatı yenilerine eklemekle hakiki bir köprü olmuştur. Şiirleri, devri tamamlanmış divan şiirlerinin ahengindedir. Kendisiyle tesadüfen tanıştım. Kitapta şiiri vardı. Arkadaşımın apartmanının üst katında otururdu. Aramızda bir usta çırak ilişkisi oldu. Alçak gönüllü, ince bir insandı. Benden küçük bir kızı vardı. O anlatıyor, ben hiç hatırlamıyorum. Beraber bir odaya girermişiz, haldır haldır anlatırmışım ona. Ben konuştuğumu hatırlamıyorum hiç. Tek hatırladığım çalışma odasındaki felsefi suskunluklar.

Atilla İlhan’ı mektuplar yoluyla tanıdım. İzmir’de yaşıyordu. Bir hayranınızım diye mektup yazdım. Beni cevapladı. Hayranınızım diyorsun ama ismimi yanlış yazmışsın, dedi bana. 1970lerde Bilgi Yayınevinin müdürü oldu. Nazlı Eray, Pınar Kür gibi yazarların ilk kitapları hep onun önerisiyle yayınlandı. Bilgi Yayınevi Ankara’daydı. Arada telefonla görüşüyor, mektuplarda uzun uzun konuşuyorduk.

Sonra Atilla İlhan öğrencilerinin kendisine yazdığı mektupları birdenbire kimseye sormadan, mektup sahiplerinden izin almadan yayınladı. Herkesin şahsi mektuplarıydı bunlar. Ben Peride Celal için piyasa romancısı yazmışım bir mektubumda. Gençlik işte. Kitaptaki mektupların dörtte biri bana ait zaten. Sesimi çıkarmadım. Gazetecilere, Atilla İlhan gençliğimizi dosyalamış bize iade etmiş, ne yapalım, dedim sadece. Olan olmuş. Adam seksen yaşında. Başka bir yazar için, ‘küçük dev adam ha ha ha,’ demişim. Ölünce çok üzüldük tabii. Buket cenazede kendini yerden yere atıyor. ‘Madem bu kadar seviyordun, mektuplar için niye üzdün o zaman adamı,’ dedim.

M.G: Siz geçmiş edebiyatı gündemde tutuyorsunuz. 

S.İ:  Abdülhak Şinasi, Nahit Sırrı Örik gibi eskilerin yazdıklarından büyük tat alıyorum. Yazar zamanın sosyal tarihçisidir.

M.G: İstanbul’un değişen yüzü hakkında ne düşünüyorsunuz? 

S.İ: Sezgilerimin bir şey demesine gerek yok. Vapura binin ve şehrin siluetine bakın. Yabancı yazarlar hep o silueti anlatır dururlar. İki yazar arasında iki yüz yıl vardır ama anlatılanlar aynıdır. Şimdi gördüğümüz ise kâbusun resmi. Muhafazakâr rejimler ne zaman başa gelse en korkunç değişimler o zaman oluyor. Tarihi doku yok ediliyor. Peyami Safa muhafazakâr bir yazar ama eserinde ‘sur içini aman ellemeyin.’ Der. Dinleyen kim? Çok vahşi bir şey, tarihi yok ediyorsunuz.

M.G: Selim İleri eleştiriler de aldı tabi. ‘Dostlukların Son Günü’ne sol kesimden epey eleştiri geldi. Mehmet Güler yazdıklarınız için ‘kılçıklı bir dil, yazdıkları edebiyata bir şey katmıyor,’ dedi. 

S.İ: Türkiye’de iki değişmeyen eleştiri yapılır. Birincisi ‘kılçıklı dil’,  ikincisi ‘bir yerden çalıntı’.
Romanlarımda ana temalardan biri küçük burjuva hayatının eleştirisi. Bu eleştiriler, ikiyüzlülükler bugünkü hayatımızı kurdu. Yıllarca jüri üyeliği yaptım, şükürler olsun ki bıraktım artık. Ödüllerin zararı ve yararı olduğuna inanıyorum.

Zeyyat Selimoğlu, ‘Direğin Tepesinde Bir Adam’ ve Oğuz Atay, ‘Korkuyu Beklerken’ aynı yarışmaya katıldılar. Oğuz Atay kazanamadı mesela. Yine Sevim Burak’ın Yanık Sarayları bir başyapıttır. Ama ödül başkasına verilmiş ve o eser ve yazarı zaman içinde yok olmuştur.

M.G: Biraz da oyunculuğunuzdan, sinema yönetmenliğinizden bahsedelim isterseniz.

S.İ: Kendimi hep Göksel Arsoy’a benzetirdim gençken. Nerem benziyorsa. Müjde ile Afife Jale filmini yapıyorduk, dar bütçeli. Oyuncuya verecek para yoktu. Orada deli doktorunu oynadım. Çok zordu gerçekten. O sahneyi mahvetmişim. Otuz küsurlu yaşlarda askerlik yaptım. Döndüğümde her şeye sıfırdan başlamam gerekti maddi olarak. Argos dergisinde işe girdim. O sırada Uğurlu aradı. Beş dakikalık bir rol var, dedi. Sabah erken akşama kadar lanetler ederek rolümün sırasının gelmesini bekledim. Çıkışta elime bir zarf tutuşturdular. Yolda açıp baktım. Argos’tan bir ayda aldığım para. Daha sonra Uğurlu aradı. Özür diledi. Seni çok bekletmişler abi, diye. Parayı gördüm ya, hemen ‘yok canım sen rol çıkınca yine beni ara,’ dedim. Sonra da hep oynadım. Şimdi oturduğum daireyi o sayede almışımdır. Başka bir filmde de felsefeci rolünü oynamıştım. Yine çok berbattım.

Kemal Tahir’in evinde Halit Refiğ’le tanıştım. Şu ara çok senariste ihtiyacımız var, dedi. Denedim ama hiç bir şey bilmiyorum, senaryo yazmak bambaşka bir şey. Çok zor. Çok iyi senaryo yazıyor, diye beni Atıf Yılmaz’a gönderdi. Baktı ki hiçbir şey yazamıyorum, dört beş senaryoyu kendi yazdı. Daha sonrakiler benim diyebilirim ancak.

Sinema kolektif bir sanat ben bunu yapamadım. Tek başıma yazmaya alışmışım. Yazdığımın esas olduğunu varsaydım. Değişimleri beğenmedim. Şimdi her şey eminim farklıdır. Ama o yıllarda bütçe çok dardı. Senaryo bütçeye göre değişirdi.

Lütfü Akad muhteşemdi. Ömer Kavur çalışmayı en çok sevdiğim yönetmendi.

M.G: Bugünün sineması ile yirminci yüzyıl sinemasını karşılaştırsanız?

S.İ: Ben hala eskileri seviyorum. Catherine Deneuve mesela. Gençlik yıllarımda seyrettiğim Antoniolar. Türk sinemasının yenileşmesi bana yakın gelmiyor. Bizde o tarz bir oyunculuk yok. Kusura bakmasınlar ama kadın yolda yürüyor, on dakika. Oradaki yavaşlıktan bir haz almıyorum.

Göksel Arsoy yok artık, ben de zaten olamamışım. Belgin Doruk’un o beyaz eldivenleri yok.

Sinematek çok önemli bir kurumdu. Bizim neslin üzerinde etkisi çok büyüktür. İlk önce Şişli, Sıracevizler’de Kervan sinemasında işe başladı sonra Sıraselviler Sinematek binasına geçtiler. Bir de kitapçısı vardı içinde. Sinemaya gittiğimde kitaplarımı oradan alırdım. Macar, Bulgar sinemasını hep orada tanıdım ben. Kurucusu, aziz dostum Onat Kutlar’ı orada tanıdım.

M.G: Romanlarınızda siz tango isimlerinden başlıklar seçip parça yazılar yazdınız. Ama bu çok başarılıydı.

S.İ: Heves edinilen yeniliğin oturmaması beni rahatsız ediyor, yoksa tabi ki yenilikten yanayım. Sevim Burak bir yenilik ama yaşadığımız toprak aynı zamanda. Heves halindeki yenilik rahatsız eder beni. Ahmet Oktay benim için post modern demiş ama ben öyle olduğumu düşünmüyorum.

M.G: Son romanınız ‘Yalan Tango’.  Eskileri bir nevi anma mı bu?

S.İ: Her şeyi küçümsediğimiz için eskilerin kıymetini bilememişiz. O devirde bu yazarlara piyasa romancısı denmeseymiş keşke.

Kerime Nadir, Muazzez Tahsin, bunlar yeniden basıldı ama piyasaya hitap etmedi. On bin adet basıldı, ne yazık ki yüz adet ancak satıldı. Üstelik hiç tahmin edemeyeceğimiz bir semt olan Nişantaşı’nda. Bu tür işler hiç belli olmuyor.

Kerime Nadir’in yazı anılarını yazdığı ‘Romancının Dünyası’ çok güzeldir. ‘Hıçkırık’ masumiyet içinde yazılmış, tuttuğunu görünce daha sonra klişeleşip benzer şeyler yazmaya başlıyor. O gün için çok önemli, cesaret gerektiren şeyler bunlar. Aşk, kadın, ilk defa yazılıyor.
Esat Mahmut Karakurt’un ‘Sokaktan Gelen Kadın’ yine bir ilk. Üstü açık bir spor arabada saçları savrularak direksiyon sallayan kadın imajı bize çok uzaktı o yıllarda. Türkiye’nin değişimi kitaplardan araştırılabilir. Çok güzel bir şey bu.

Bugün uzmanlık alanı şiirde durağanlık var, roman bir saçmalama içinde, şu anda edebiyatta korunan alan hikâye. En beğendiğim öykücüleri soruyor gençler. Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Jale Sancak, Nalan Barbarosoğlu gibi isimler var aklımda hep.

Sinemaya geri dönersek, Ömer Kavur daha önce de dediğim gibi çok bilinçli bir yönetmendi, benden başka Firuzan ile Yusuf Atılgan ile çalıştı. Her sahneyi kendi denetiminden geçirirdi. Ne yapmak istediğini bize açıkça telaffuz ediyordu. Diğer yönetmenlere gerçekten kırgınım. Filmin nasıl biteceğine son dakikada karar verirler. Birdenbire sonun iyi bitmesine karar verilir. Sırf sonu için yazdığım bir şeyi birdenbire değiştirirler.
Göl filminde aşırdığımız tema ‘Uğultulu Tepeler’ idi. Genellikle ‘Anna Karanina’ aşırırdık.

Atıf ve Halit ile çalışmalarımda hiçbir şey bilmiyordum, pek bir şey yapamadım. Filmlere müdahaleler hep sonlarda oldu. Türk seyircisi iyi son ister. Yoksa bu film satmaz, derlerdi. Hop sonu değişirdi aniden.
Bir de oyuncuların anlamsız kaprisleri vardı tabi. Talat Bulut, filmde kimseyle öpüşmem diye tutturduğu için üç saat eksi üç derece ayazda beklemiştik. Neyse en sonunda Türkan Şoray’la öpüşmeyi kabul etti de hepimiz donmaktan kurtulduk.

Atilla İlhan’la çalıştım. Irmak Söyleşi yapıyordum. Kitabın adı ‘Atilla İlhan’ı Dinledim, Nam-ı Diğer Kaptan’. Onu dinleyip notlar alıyorum. Devamlı ‘Edip Cansever hep sarhoştu,’ diyor. Ben eve gidince o kısımları silip atıyorum. Kitapta çıkarsa herkese ayıp olacak. Söyledim kendisine de, sonradan sorun çıkmasın diye. ‘Tamam evladım, istediğini yap kitabı sen yazıyorsun,’ dedi. Başka bir akşam beraber içmeye gittik. Orada ben, ‘hocam Edip Cansever çok iyi biridir esasında,’ dedim laf arasında. ‘Öyledir evladım herhalde, ben kendisini hiç tanımam ki,’ dedi. Ayıplamıyorum, seksen yaşında insan. Algı bize bazen kötü oyunlar oynayabiliyor. Olmayan şeyleri gerçek gibi kabul edebiliyoruz.

İki saat nasıl geçti hiç anlayamadım. Selim İleri’yi dinlemek, onun engin bilgisinden yararlanmak müthiş bir şey. Hani taze kavrulmuş helvayı önünüze koyarlar ya, şekeri tam ayarında, fıstığı bol, hala ılıktır. Bu son derken dayanamaz, yeniden daldırırsınız kaşığı. İşte Selim İleri’yi dinlemek öyle bir şey. Başka edebiyat söyleşilerinde buluşmak üzere.

Füsun Çetinel 


Tek Terlik

''Bari bu mutlu gününde arasan, sorsan babacığını. Öksüzler gibi evlenmek de neyin nesi güzel kızım?''

Gülfide bir parça kıymalı böreği bir yudum çayla ağzında yumuşatmaya çalışırken konuşmasına devam etti. Zeynep boşalan bardakları bahane edip mutfağa geçti. Mermer tezgâh boş bira şişeleriyle kaplıydı. Beklemiş malt kokusu çayın kokusunu bastırmıştı.

''Elin adamı hiç çekmez senin alkolik abini. Önceden tembihle de öyle avenesiyle atışıp çat kapı damlamasın evinize. Yerini yurdunu bilsin.''

Komşu kadının kelimeleri evin dar koridorunda yolunu bulup Zeynep’in üzerine ağırlığınca çullandı. Genç kadın salona geri dönecek kuvveti bulamadı kendinde. Dibinde cansız sigaralar yüzen şişeleri teker teker çöp poşetine koymaya başladı.

''Gelinliğine karar verdin mi a kızım? Şunun şurasında bir aydan az zamanın var. Niye bu kadar ağırdan alırsın ki, anlamadım gitti.''

Çöp poşeti iyiden iyiye ağırlaşmıştı, patladı birden.

''Ay ne kırıldı Zeynep? Nazar olur inşallah. Servet amcan da görmek ister seni gelinlikle. İyice canı sıkılır oldu son günlerde.''

Cam parçaları mutfak zemininin dört bir yanına dağılmıştı. Zeynep yere çöküp kaldı.

Niye elini uzattığı her şey dağılıyordu? Varlığı neden yetemiyordu sevdiklerini yanında tutmaya? Gülfide'ye nasıl anlatırdı ki evlenmeyeceğini, Koray’ın onu terk ettiğini? Babasının soğuk bir Nisan günü onları terk ettiği gibi.

Yerdeki cam kırıklarını dörder dörder ayırmaya koyuldu. Bu annem, bu Hakan, bu babam, bu da sekiz yaşındaki küçük Zeynep olsun.

Ne laf anlamaz kızsın sen. Baban başka kadına gitti. Bir kirli çamaşırlarını, bir de sizi başıma atıp gitti. 

''Babanın telefonunu Koray’a ver? O arasın davet etsin, daha yakışık alır.''

Bu annem, bu Hakan, bu babam, bu da benim çocukluğum olsun.

Ama terlikleri var ya kapıda anne. Gelecek demek ki. Gel-me-ye-cek. Baba lafı duymak istemiyorum artık. Terlikleri de atarım, sizi de, anlaşıldı mı. Bu eve bir daha gel-me-ye-cek. Atma anne, terliklerini atma lütfen. Biri benim, biri Hakan’ın olsun.

''Zeynep kızım iyi misin? Faraşı bulabildin mi? Servet amcanın sırtı hep cılk yara. Merhemler fayda etmiyor artık.''

Yavru köpekler gibi onun işten gelişini beklerdik. Apartmanın demir kapısı kapanır. Merdivende yaklaşan ağır, yorgun ayak sesleri. Holde duran terlikleri verme yarışına girerdik. Sol teki ben uzatırdım, sağ teki Hakan.

Gülfide çatalını tabağına koyup hole seğirtti. Bir çift terlik aranmaya başladı ayakkabı dolabının derinliklerinde. Eline tek bir erkek terliği geldi, kahverengi ve eski. Diğer teki görünürde yoktu.

''Teki var teki yok kızım. Durma öyle çıplak ayakla cam kırıklarının ortasında.''

Allahın cezası tek terlik. Niye tutmuştu ki şimdiye kadar? Hiç istemiyordu ama ağlıyordu işte. İlk önce usul usul, titreyerek, iç çekerek, sonra katılarak, soluksuz, tek terlikle göz göze gelmemeye çalışarak. Gülfide ne yapacağını bilemeden mutfağın kapısında kalakalmıştı.

''Koray da  terk etti beni.''

Yaşlı kadın iç geçirdi. Ocaktan demliği alıp bayat çayları çöpe döktü. İki ölçek yeni çay doldurdu kavanozdan. Demliği çaydanlığın üzerine oturtup ocağın altını açtı yeniden.

Zeynep titredi, burnunu çekip yanan ocağa sokuldu iyice. Camdan görünen baharı seyrettiler bir süre birlikte. Karşı binanın su oluğuna bir çift kumru yuva yapmıştı. Nöbetleşe uçup yemek bekleyen, sabırsız yavrulara ağızlarında kurt taşıyorlardı.

''Bu baba,''dedi Zeynep boynu çillerle kaplı pembe gri bir kumruyu gösterip. ''Yavrular da hep aç.''

Konuşmadan cam kırıklarının ortasında çaylarını yudumladılar. Zeynep kumru ailesini seyretmeye devam etti özlemle, Gülfide yutkundu, demek isteyip de diyemediklerinin yerine bir dilim kıymalı böreği tabağıyla genç kadının önüne ittiriverdi sevgiyle.

Füsun Çetinel




Hakan Günday'la Sohbet

Edebi Dertleşme

Boğaziçi Üniversitesi Edebiyat Kulübü Yaratıcı Yazarlık Dersleri

Buraya, yaratıcı yazarlık dersleri adı altında davet edildim. Ama benim derslere alerjim var, onun için gelirken tansiyonum çıktı. Üniversite hayatım on yıl sürdü ve ben dersle barışamadım bir türlü.

Edebiyattaki teknik konular ve kurallarla ilgim sınırlı. Onun için bu konuşmaya dertleşme diye bakalım. Size hikâye anlatımının hayatımdaki yerini anlatırım. Yaptığım yanlışları anlatırım. Son on üç yıl içinde yazıyla nasıl mücadele ettiğimi anlatırım.

Yirmi üç yaşıma kadar şiir veya deneme çalışması yapmadım. Yazmak aklıma gelmedi. Müzik ve resimle uğraşıyordum. Ancak üniversitenin ilk yıllarında her nedense elim kaleme gitti. Hikâye anlatmaya başladım. İş arayışı içindeydim. Okuduğum bölüm olan kamu yönetimiyle ilgili bir ilerleme alamayacağımı anlamıştım. Yazmaya çıkar hesabıyla başladım. Baktım anlatabiliyorum, devam ettim. Yazar kendini kandırabiliyor. Kendimi bir paragrafa bakarken ve bunu ben mi yazdım derken buldum.

Yazmak düşünmenin en iyi yolu. 

Konuşarak devamlı aynı şeyleri söyleyebiliriz. Ancak biri bizi ikaz ederse farkına varırız bunun. Ama yazmak öyle değil. İlk başladığımız kelimeden sonra yeni kelimeler bulmaya, paragraf üstüne paragraf inşa etmeye mecburuz. Aksi takdirde ilkokulda aldığımız cezaya benzer cümleler olur bunlar, hepsi birbirinin aynı. Ve yazıyla o dediğim noktaya geliyorsun işte, bunu ben mi yazdım, diyorsun.

Yavaş yavaş, yazdığım şeyler anlam veremediğim şeyler oldu. Aklımın yatmadığı karşısında dehşete düştüğüm, varlığına sebep bulamadığım şeyleri yazmalıyım. Belki bir yol bulabilirim. Yaklaşabilirim o meselelere. Benim temel meselem bu olmalı, dedim.

Eğer birey, temelleri kendinden önce atılmış olan her ne varsa, bunları reddeder ise ne olur? Bu soruya hizmet edecek bir hikâye yazmaya başladım. Esas patron çözmeye çalıştığım bu sorun. Ve hikâyeyi bu sorunu tartışmak için kurdum.
Sonra kısa zamanda bir sorudan yola çıkıp bin soruya varabileceğimi gördüm. Yanıtları beni ilgilendirmiyordu. Ormana bir kere girdiniz mi yanıtların peşinden koşmazsınız, soruların arasında gezmeyi sürdürdüm.

Yavaş yavaş, çalışma biçimime dönüştü bu. Yaza yaza yazmaya âşık oldum. Düşüncelerin kafamda yankılanışına, yalnızlığa, kelimelere âşık oldum.
Hiçbir şeyin etkisinde değilsiniz. Her şeyi yazabilirsiniz. Yazının dışında, her şeyi yapamadığımız, kuralları olan bir dünya var oysaki.

İlk önce her şeyi parçalamak gerekiyor. İlk başta parçalamaya kendimle başladım. İsmimle başladım. Hakan Günday karakterini yazdım Kinyas ve Kayra’da. Hayal dünyasında her şey mümkün. Dünyayla ilgili ileri geri konuşabilmeliyim, kendimle ilgili ileri geri konuştum. Aynada inceleyebileceğimiz ve asla sizden kaçmayacak bir varlığa sahibiz, kendimiz.

Hangi soruyu bilmiyorsam oradan başladım. 

Nerem acıyorsa oradan başladım. Çok kişisel bir şey olduğunu anladım. Doğumdan itibaren her zihinde kişiye özel oluşmuş bir şifre var. Sizi siz yapan, her şeyin yaratıldığı bir filtre. Hayatı içine dökünce bu filtreden, geriye kalan, süzülen, biricik şey. İnsan sayısı kadar rahatsızlık olduğunu gördüm. Okumalarım değişti. Diğer filtreleri anlamaya çalıştım.

Korkularımı yazmaya başladım. Korkmak anlamamanın sonucu. Nereden geldiği belli olmayan sesler, gölgeler, kokular. Neden korkuyorsak onu anlamıyoruz demektir. Korkunun üzerine gittim. Yazmak karanlıkta, sesler içinde olanları anlamaya çalışmak. Karanlığı, ormanı anlamaya çalışmak. Sizi korkutan şeyin üzerine düşünmek, hayal kurmak. Ancak korkuları üzerinde ilerleyebilir insan.
Yaza yaza öğrendim. Benim iyi geçinmem gereken kitaplar olduğunu anladım. Türkçe yazıyorsam eğer Türkçede çıkmış bütün sözcükleri bilmem gerekirdi. Sözlükle iyi geçinmek gerekiyor. Kelimelerin çeşitli kullanıldığı metinlerin hepsine bakmaya çalıştım.

Önce bir kelimeyle başladım. Sorunumu bulacağım, ben neyi tartışmak istiyorum. Sonrasında onunla birlikte gelişebilecek kelimeyi bulacağım ve onun hikâyesini anlatacağım. PİÇ mesela, son kelime HİÇ. Araya bir roman yazmam gerekti. Düşünmemi sağlayan buysa eğer, sözlükle iyi geçinmem lazım. Bu yollar kendi elimizde, kendimize açtığımız yollar. Bu kişisel bir şey, kalite denetlemesi yok, çok özel.

İlk kitap bitti, beş yüz altı yüz sayfa bir şey. İkinci kere okuyorum, baktım bir sürü hata. Ben ne yaptım dedim kendime. Bir daha okudum. Aklıma yatan birkaç paragraf buldum içinde. Ve dedim ki, doğru paragrafı yazabilmek için dört yüz saçma paragraf bulmam gerekiyor.  Ve böylece okumam da gelişti. Daha önce bir kitabın belli bir kalitede olmasını istiyordum. Her cümlesi, her paragrafı altı çizilecek değerde olmalıydı. Eğer bir paragraf bulursam dört yüz sayfalık bir kitapta, ne kadar istisnai bir şey dedim. Tek bir cümlede buluşabildik, ne güzel. Değdi her şeye.


Kötü, saçma metinler yazacağım. 

Baştan kabul ettim. Bunların hepsi bir arayışın parçası olacak. Bir paragrafın arayışı ormanda. Öncelikle bir metinin son derece hatalı olduğunu baştan kabul etmeli. İnsanı özgür kılan şey bu. Her şeyi yazabilirsiniz korkunuz yok. Tek istediğiniz düşüncede ilerlemek. Hemen hemen tüm kitaplarda benzer şekillerde devam ettim. Hepsinde çelişkiler vardı. Hikâyenin temeli çelişki. Varlık ve yoklukla başlayan. Her türlü çelişki. Ana unsur bu. Net bir fikir sahibi olmak gerekmediğini anlayıp kabul ediyorsunuz. Anlık, bulanık bir şey. Çevre bulanık. Her şey değişir. Yeter ki baştan kabul edin. Beklentileri altta tutun. Baştan altı yüz sayfalık metinde tek bir adım bile atamayacağınızı bilirseniz, o zaman koşmaya başlayabilirsiniz. İlla yayınlanması da gerekmiyor. Yazmak düşünmektir.

Diyorlar ki, yazacak hiçbir şey bulamıyorum. Defter, kalem, her şey hazır, ilham yok. O zaman ilk cümle şöyle olmalı, yazacak hiçbir şey bulamıyorum. Onu yazabilir. İçim bom boş mu? Herkesin öyküsü var da benim yok mu? Bu işin özü bu. Kendinizle ilgili neyi bilmiyorsanız öyle bir yol. Şüpheniz varsa onu yazın.
Baskılardan, her şeyden muaf. Yerçekiminden bile muaf. Sizin dünyanızda bulutlar yerde olabilir. Yeniden bir dünya kurmuşsunuzdur. Her şeyden muaf bir hayal birikimi vardır. Metni üreticisinden muaf tutar. Bir özgürlük bu. İçini doldurması tamamen size kalmış. O dünya özünde anonim.

İlk kelime ile son kelime arasına sıkışmış bir dünyayı baz alarak okurum metni.  O dünyaya inanarak. Metinle yalnız kalabilmesi için gerekir. Bunlar yazarın hayat tutanakları değil. O metin bambaşka şeyler olabilir. Örneğin bencil bir insan fedakârlık üzerine müthiş şeyler yazabilir. Ve biz etkileniriz. Adamı tanısak hâlbuki belki ilk sayfadan sonra kitabı bir kenara atabiliriz.

Bir kitap ekinde, kapakta sizin için, Hakan Günday Kâğıda Kusan Yazar, ibaresi var. Bunun hakkında ne düşünüyorsunuz? Kusmak bir hastalığı çağrıştırdı bende.

Aksayan şeyler ilgimi çekiyor. Beni rahatsız eden şeyleri yazıyorum. Nereye baksam aksayan bir yön görüyorum. Çıkan şeyler de çok da estetik olmayan şeylere dönüşüyor. Belki bunu kastetmiş olabilir yazan kişi.
Ya da, ilk kitabım için, yazmayı,  cümle kurmayı ölüm kalım meselesine getirmiş olmamla ilgili olabilir.

Hayat midenizi bulandırıyor denebilir mi?

Evet, hayat fazlasıyla midemi bulandırıyor.

Etkilenmeye, şaşırmaya, hayran kalmaya çalışıyorum her zaman. Bu bir kas bence. Bu kası çalıştırmak için daha çok müzik dinlemeye, film seyretmeye, tablolara bakmaya çalışıyorum. Hayat bizi sadece biyografi okumaya teşvik ediyor. Bu kasın çalıştırılması gerekiyor. Son okuduğu şiirden etkilenip bu dünyadan gidiyorsanız iyidir. Demek ki etkileniyorsunuz. Her şey açığım. İlham alışverişi karşılıksız tek şey, onu bulabilmek için koşturuyorum.

Yazma işinde sana patronluk taslayacak çok şey var. Kim okuyacak, hangi yayınevi ilgilenir, kaç satar, kaç dile çevrilir. Bunlardan kurtulmanın tek yolu var. Esas patronun hikâye olduğunu kavrarsan kimse sana patronluk taslayamaz. O patrona ihanet edemezsin. Kimi patron edindiğinle alakalı. Hikaye ne emrediyorsa onu yaptım.

En iyi yaratıcı yazarlık dersi bence hemen şimdi oturup yazmaya başlamak. Umutsuzluğu yaz. Umutsuzlukla ilgili tüm hikâyeler güzeldir. Bu bir maraton, bir süreç, bir inşaat. Tek katta da, on beşinci katta da çıkabilir hikâye. Ya da saatler, günler, yıllar sürebilir...

Derleyen: Füsun Çetinel

Yaratıcı Yaşarlık

Tarık Günersel İle Kalemi


Tarık Günersel, şair, öykücü, aforist, denemeci, liberttist, çevirmen, dramaturg, oyuncu ve yönetmen. Sanatın opera, tiyatro, sinema, edebiyat gibi pek çok alanında çalışan çok yönlü bir sanatçımız.

2007-2009 döneminde Dünya Yazarlar Birliği PEN’in Türkiye Merkezi Başkanı olarak görev yapan sanatçı 2010 yılında Uluslar arası PEN’in yönetim kuruluna girerek bu kurulda yer alan ilk Türk ve Yakın Doğulu yazar olmuştur.
Onun izlenim ve değerli fikirlerini sizlerle paylaşmak istedim.

Dersten sıkılırım ben, kalıplara sıkıştırılmış şeyleri sevmem. Onun için buradaki birlikteliğimize ders demeyelim. Ne ders değilse onunla ilgilenirim ben.

Yaratıcı yazarlık geniş bir şeyin parçası asıl olan Yaratıcı Yaşarlık. Kolay hata yapabileceğimiz, kolay kınanabileceğimiz bir alan.

Önce bol bol okuyun, sonra yazın denir. Bence tam tersi. Önce yazar sonra okursunuz. Alışılagelmiş kalıplar bizi hizaya getirmeye, robot olmaya yöneliktir. O yüzden şairlik, yazarlık tehlikelidir. Bu kişiler kalıpları kırmak için yazar ve yaşar o yüzden de öldürülür, hapse atılır, tehdit edilirler. Benimle ilgili bir soruşturma sürüyor hala. Türkiye’de bu çok normal.

Yazmak bedava. 

Yazmak macera, özgürlük. Bir insan yüzücü olmak istiyorsa eğer TV de olimpiyatları seyrederek yüzücü olamaz. Yazmadan da yazar olamazsın. Bence herkes yazar, şair ve romancı olabilir. İnsanın tek engeli kendisidir. Devamlı ‘’ama ben yapamam, ben yazamam’’ der durur. Herkes Fuzuli olamaz ama şair olabilir. En önemli okurunuz kendinizdir. Yazarak biriktirdiğiniz sürece, yazdıklarınıza döner, onları okuyup hayatınızı daha iyi anlar ve zenginleşirsiniz. Bunları kendinizle sohbet olarak görebilirsiniz. Yazdığınız şey sizin hoşunuza gidiyorsa 1-0 öndesiniz demektir. Başkası beğenmiş beğenmemiş sizi alakadar etmez.

Hepimiz deformeyiz. Potansiyelimizin gerisinde yaşıyoruz. Hepimiz özgürleşebiliriz. Bu süreç sonsuz bir süreç. Dünyanın her yerinde kalıplar içine sıkıştırılmış hayatlar var. Yeni kitabım bunun üzerine, ''Nasıl gidiyor kölelik?''

Bu bir ideoloji. Dar kalıplara alıştırılmışız. Dogmatik düşünceler empoze ediliyor devamlı. Türkiye’de beyinsizleşme operasyonu yapılıyor. Yapılmakta. Debrainization, İngilizce kelimesi bile var.

Yaratıcı Yaşarlık bir özgürleşme mücadelesidir. 

Devrimci, sonsuz bir süreçtir. Birçok yaratıcı yazarlık kitabında görmüşsünüzdür. Birinci aşama oto sansürsüz yazın. Başka kimse okumayacakmış gibi, kendinizi irkiltme pahasına yazın. Malzemeyi ortaya koyun. İkinci aşama ayıklamaktır. Hangileri size iyi geliyor? İlham beklemek diye bir şey yoktur. İlham ancak bir trafik kazasıdır, çarpışmadır. Profesyonel yazarlar hangi noktada profesyonel? Yazmak hayatının organik bir parçası olmuşsa o kişilere profesyonel yazar denebilir. Üçüncü hamle, ayıkladığınız, seçtiğiniz şeyleri işlemek. Ekle, çıkart. Dördüncü aşama, dinlendir, mesafe koy araya. Beşinci aşama, tekrar bak. Mesafeli bak. Rötuşlar yap.

İlke olarak bu süreç sonsuzdur.  Ressamlar bile der, bitmiş eser yoktur diye. 1974’te Yangın şiirimi yazdım. Kırk yıl içinde bazı fiil ve kelimeleri değiştirdim. Bu Yahya Kemal ekolüdür. Behçetnecatigil ekolü ise hiç ellemeyen, yazılmış şiirle hiç oynamayan bir ekoldür. Bir keyif meselesi bu. Siz nasıl isterseniz öyle yapın. Hayat zaten mecburiyetlerle dolu, yazmak ise keyifli olmalı, mecburiyet barındırmamalı içinde.

Kütüphanenizde en başa kendi yazdıklarınızı koyun. Hiçbirini atmayın. Öldüğümüz zaman biz öleceğiz. Yaşarken de biz yaşayalım o zaman. Bu bir tercih meselesi. Boşnak, Sırp, Hırvat öğrencileri bir araya getirip bir konuşma yapmıştık. Orada şunu söylemiştim. Egemenlerin, şairleri hapse atması normal ama daha akıllıların yaptığı şairlerden hiç bahsetmemek. Sonuçta ceza, hapis hep normal.

Geçen kasımda Brüksel’de söylediğim gibi, Hapis Yazarlar Konferansında, PEN Türkiye başkanı olarak oradaydım. Kırk kişiydik ve her konuşmacı için ancak iki dakika süre verilmişti. Düşündüm, nasıl anlatırım derdimi iki dakikada diye.
''Eviniz kaç odalı? Üç mü, aslında dört odalı. Dört mü, aslında beş odalı. Yazarsanız, her an hapse girebilirsiniz. Bunun düşüncesi ile eviniz hep bir oda daha fazla.'' Aynısını Abdullah Gül’e de söyledim.  Bazı yazarlar köşesinde oturup öykü, roman yazmakla yetinir. Ben ikinci tür yazar topluğundanım.

Yaratıcı olamayan yazarlığa gelince, turizm broşürleri, gazete makaleleri olabilir. Turizm broşüründe bile yaratıcılık vardır gerçi.

Bir de yaratıcı okurluk kavramı çıktı. Bu kavramı düşünmekte yarar var. Çok hoş bence.

İnsan sevişe sevişe sevişmeyi geliştirir. 


Yazmak da öyle, Özgürleştiricidir. Yazarken şiir, öykü, roman yazacağım diye bir hedefe de gerek yok. Cümle olabilir, kelime olabilir. Hiçbir kalıba girmeyebilir. Bir süre sonra tüm yazdıklarınız bir şey oluşturabilir.

Değinmek istediğim birkaç konu var. Hangi yıldayız? Sorum yanlış aslında. Hangi yıllardayız? Miladi takvim, hicri, Musevi, Çin klasik takvimi. Çok çeşit var. Varsayılan bir yaratıcıyla ilgili dönüm noktası seçmek yerine, yazının icadını seçmek geldi aklıma. Pratik bir yaklaşımla 2013’e 4000 ekleyelim. 6013 yılındayız. Sonra fizik dilinde Big Bang var, ben buna Devpat demeyi tercih ediyorum. 13 milyar yıl önce başlamış bir süreç. Onun için Romen rakamlarını öneriyorum. 14 milyar 6013 yılındayız yani. Doğanın ve insanın tarihine saygı.
Ben bu noktada anladığınız gibi doğacıyım. Doğaüstücü değilim. Bu evren sona ererse yine doğa olacak.

Bir başka nokta da şu. Amerikan Ulusal Dergisi var, Sampsonia Way, internette. Earth Civilization Project. Bunu ilk orada açıkladım. Dünya Uygarlığı Projesi. Ancak dünya çapında bir hamle olabilir. Hayatın gerçekleri arasında şiddet, cinayet olabilir ama sevgi, edebiyat, dayanışma da var. Bir takım aydınlar var. Örneğin, feminist Müslüman Pakistanlı Bina Shaheen Siddiqui . Birçok iyi insan var. Bunlar hep tepki veren, muhalif konumdalar. Bu aralar pro-aktif lafı moda. Aktif bir proje, üst proje ise Dünya Uygarlığı. Çeşitli projeler buna konumlanabilir. Yarının dünya toplumunu kurmaya adım atabiliriz. Unesco, Pen, uluslararası güzel kurum ve örgütler var.  Bu örgütler arasında iletişim yok. Koordinasyon yok.

Dünya Uygarlığı Projesi hem ütopik, hem gerçekçi bir proje.  Bir şairin dediği gibi, ''Ütopyalar kuzey yıldızı gibidir. Size yol gösterirler.'' Laik ve demokratik Arabistan bir ütopya mesela.

Papa, herkes Katolik olsun, der mesela.  Hep totaliter bir yaklaşım.
Kimi elmalar vardır. Herkes elma olsun, kahrolsun portakallar der. Kimi elmalar, en güzel biziz ama portakallar da dursun der. Bunlar demokrattır. Kimi elmalar da keşke biraz üzüm biraz portakal biraz erik olabilsek derler. İşte ben de onlar gibi posttürk olmayı seçtim.  Yani dünyalıyım. Herkesten biraz. Kökenimi inkâr etmiyorum. Ama ben niye buna hapsolayım? Herkese saygım var. Türkiye’de Kürt ırkçılığı yaygın ama Batıda da Türk ırkçılığı. El Kaide, Mevlana Müslüman’dır. Martin Luther King, Ku Klux Klan ise Hıristiyan. Her dinin iyisi de var kötüsü de.

Yaratıcı Yaşarlıkla bağlantılı olarak felsefe verilen kalıpları sorgulamaktır. Haç gördüğünüzde ilk aklınıza gelen şey nedir? Neden Spartaküs değil de İsa gelir akla? İsa rol çalmıştır. İsa komüncü idi, komünist anlamında. ''Cennete gitmek devenin delikten geçmesi kadar zordur,'' demişti. İsa’yı nasıl ehlileştirdiler? İşte kitabım hep bunlarla ilgili. En azından Spartaküs’ü de anın, o köleliğe karşı savaştı.

Birkaç yıl önce aklıma şu soru geldi. İslam âlemlerine sormak istiyorum. Hicri takvim Hz. Muhammed temel tezine aykırı değil mi? Hicretin dönüm noktası sayılması Hz. Muhammed’in fikri mi? Hayır, eğer o uygun görseydi hicreti dönüm noktası kendi yapmaz mıydı? Sorguluyorum, düşünebiliyorum. Bu bir haktır. Dünyada iyi bir şeyler varsa, onu sorup düşünen insanlara borçluyuz.

Şimdi de otobiyografik birkaç şey söylemek istiyorum.
Yirmi yaşında Moda’da turluyorum. Edebiyat tarihindeki bütün şaheserler başarısızdır, bu aklıma geldi birden. Peki, dedim, ben şair olarak nasıl bir proje seçeyim ki, başarısız olayım ama ortaya bir şaheser çıksın. Stratejim nasıl olmalı? Hayat kaotik, ben gelişmeye açığım.

Kendimi sınırlandırmadan yazarım. Sekiz on yılda bir yazdıklarıma bakarım. Çok türde bir mozaik oluştururum.  Kırk üç yıllık proje bu. Ben gerçekte tek bir eser yazıyorum. Bütün kitaplar tek. Öyküler, şiirler, hepsi iç içe geçmeye başladı.
1992’de aklıma geldi. Shakespeare’in stratejik hatası neydi? Homer dendiğinde aklımıza İlyada gelir. Dante deyince İlahi Komedya. Goethe deyince Faust. Shakespeare bir sürü eser yazmıştır. Popüler, kaliteli eserler vermiş, iyi paralar kazanmıştır. Dahi şair ve piyesçi. Yazdıklarına bir baksaydı ve piyeslerin edebi versiyonlarını yazsaydı müthiş bir şey olurdu bu. İşte stratejik hatası burada.

Yazdığım her piyesin edebi versiyonunu yazıyorum. Onlar mozaikte birleşecek. Böyle bir çalışma sürdürüyorum. Hayat sonsuz, her birimiz birer sonsuzluğuz. Böyle zannederek daha çok özgürleşebiliriz. Shakespeare, olan imkânı istememiş, yapmamış. Yapması gerekli demedim. Yazarın gücünü değerlendirmesi açısından eksiklikleri var.

Ben yapamam, ben yazamam diye kısıtlamamalıyız kendimizi. 

Hepimiz keyifli, olumlu yaşayabiliriz. Birkaç kere şiiri bırakmaya çalıştım. Yapamadım. Varoluş stratejisi bu benim için. On yıllarca bakkaldan ekmek istemek bile benim için bir işkence oldu. Nasıl demem gerektiğini bilemedim. Burada size konuşuyorum,  bu başka bir şey. Her gereksinmemi yazarak ifade ettim. Yazmaya yoğunlaşmak benim hayatta kalmamı, intihar etmememi sağladı. Son iki yıldır acı çekmeden de yazılabileceğini fark ettim. Ancak altmış yaşında anlayabildim bunu.

On üç yaşında yazdığım bir şiirim var, bir kerede yazdım. Bunu yazdığımda sadece ilkokul kitaplarındaki manzumeleri okumuştum. Annem beni yine o yaşlarda İl Pagliacci operasına götürmüştü. Aynı akşam eve dönünce yüzümü boyamış ve kararımı vermiştim. Ben de tiyatro yazacaktım.
Yine on yaşlarında annemle birlikteyken, annem Kadıköy Maarif’i gösterip şöyle söyledi,
''Çok çalışıp bu okula girersen İngilizce öğrenirsin. AFS bursu ile Amerika’ya gidebilir, orada beğendiğin oyunları İngilizce olarak seyredebilirsin.''

On yaşındayken yaptığım tüm planları uyguladım. Annemin dediği her şeyi yaptım. On sekiz yaşım için planlar yapıyordum. Nasılsa meşhur olacaktım ya, her yazdığımı arşivledim. On beş yaşında ateist şiirler yazdım. Bertrand Russel okuyordum. On sekiz yaşında kendi anayasam için şiirler yazdım. Kırk yaşında, Uzay Bilinci diye bir kitap yazdım. 1992’de Türkiye’nin ilk şiir akademisini açtım.

1994’de internet devreye girdi. İnternet bütün dünyayı birleştiriyor, o zaman neden bir edebiyat enstitüsü olsun ki dedim. Poetic Space Lab, Şiir Uzayı Laboratuvarı kavramı aklıma geldi. Kurduk. Anarşist bir örgütlenmeydi.

Başka bir gün Moda’da yine turluyorum. Dünya Şiir Günü’nün olmadığını fark ettim. Acaba vardı da, ben mi bilmiyordum? Gülseli İnan’a telefon açtım hemen. O da onayladı bu fikrimi. İkimizin önerisi ile Pen Türkiye Merkezi bu fikri kabul etti. Unesco Dünya Şiir Günü’nü benimsedi. Bu arada 1950-60’larda bazı ülkelerde Ekim ayında kutlanıyormuş. Ben bu fikri orada sunduğum için, Pen Uluslar arası kabul ettiği için 21 Nisan kabul edildi. Bazı arkadaşlar bu günü kabul etmediler. Resmi değil dediler. Biz neşeyle, şiirler söyleyerek kutluyoruz hâlbuki size ne.

Kendimi hiç bir zaman sınırlamadım. Yaratıcı yaşıyorum. Mozaiğimi tamamlamaya çalışıyorum.

Derleyen: Füsun Çetinel

Edebiyatta Sahicilik

Roni Margulies Anlatıyor 


Öyküde, romanda, ama özellikle şiirde, şairin gerçekten yazdıklarını vücudunda hissettiği için mi, yoksa fikir güzel diye mi yazdığı hemen anlaşılıyor. Önemli olan, yazar ele alınan konuya farklı gözle bakılmasını sağlamış mı, bir his uyandırmış mı okuyucuda? Bunun için de yazarın yaşamı hissetmesi gerekli. Benim ölçüm budur.

1985 yılında Son Bahar adlı dergide Atilla İlhan’ın yazdığı Korku Krallığı adlı şiir kitabı ile ilgili bir yazım çıkmıştı. Atilla İlhan hepimizi çok etkilemişti, rıhtımlar, Fransa vs. O dönemde gündemde olan şiirlerin hepsi oyun oynamak için yazılıyordu, pırıl pırıl, cam gibi zekâ pırıltıları, kelime oyunları vardı. Ama ne anlatıyor diye bakınca sadece hoşluktan öteye gidemiyordu. Adeta dili ne kadar güzel kullandığını gösteren nitelikteydi hepsi. Yazımda, Haydar Ergülen, Metin Cengiz ve Küçük İskender’den birer dörtlük aldım ve kelimeleri kestim. Aslına bakmadan tekrar oluşturdum, hiçbir şey söylemiyorlardı. İşte Atilla İlhan’ın son kitabındaki yorgun, yaşlı, tekrar eden şiirleri bile bunlardan daha iyi.

80’ler sonrası özellikle şiirde içerik önemli değildir, biçimsellik esastır anlayışı hâkim olmaya başladı. İlhan Berk bu eğilimde olanların esinlendiği şairdir ki, Berk zaten anlam şiire düşmandır diyen birisidir. Kendisini, dil kuyumcusu olarak nitelendirir. Hâlbuki dil araçtır, amaç değil ki! Nasıl anlattığın ikinci derecede önemlidir.

Yazmak ihtiyaç olmalıdır. 


Ama bunu derken “yazmazsam ölürüm” gibi uçuk bir noktayı kastetmiyorum. Dünya nüfusunun yüzde doksanı yazmak ister ama vakit bulamaz, ancak buradaki vakit bilinçsiz bir beyin çalışması için gerekli olan vakittir. Kuluçka süresidir, başka türlü bir vakittir bu. Örneğin ben bir dönem köpeğimi parklarda dolaştırmaya çıktığım zamanlarda daha çok şiir yazabildim, dolaşırken düşünmüyordum belki ama beyin sürekli çalışıyordu. Yazmak ihtiyaç olmalı derken, içimden yazı yazmak geliyor, on dört yaşından beri yazarım, alışveriş listesi bile olsa yazıyorum; hakiki ve sahici bir şey benim için bu. Dediğim gibi ‘’yazmazsam ölürüm’’ söylemini abartılı buluyorum çünkü bu yazarları bir nevi ulvi bir mertebeye oturtuyor ki buna kesinlikle katılmıyorum.

Romancıları kıskanırım ama ben de “hadi oturayım şiir yazayım “deyince olmuyor. Ama mesela Orhan Pamuk, sabah 6.30’da kalkıyor, kahvaltı ediyor, oturuyor, sonra yürüyüş yapıyor ve belli bir saatte yazmayı kesiyor.

İnat önemli. 

İham mı başka şey mi, nereden geliyor, nasıl yazıyorum, bilmiyorum. İlk yazdıklarım tamamen Atilla İlhan taklitleri idi. Benim kuşağımda var bu. Sonra farklılaşıyor tabii ama inat ettim. İnat edince zanaat işini aşıyor insan. Öykü, şiir ve romanı Türkçe yazmış herkesi okumak gerekli. Zanaat neden önemli? Yine sahicilik ile ilgili ama – her ne kadar içerik önemli olsa da, birincil olsa da biçim önemli şiirde- ama edebiyat bir heykelcilik, obje yaratma sanatı aslında. Bazı şairler şiir kendini yazdırıyor diyorlar ama ben inanmıyorum buna. Romanda tamamen bir şey tasarlamak var; “roman bana geldi” olmaz. Roman ve şiir kafada tasarlanan bir şeydir. Bir romanda durup dururken arka kapıdan girip bir iki laf edip sonra arka kapıdan çıkan birinin bir daha görünmemesi olamaz; mutlaka romanın bütününde bir amacı olmalıdır bu kişinin, aksi halde zırva olur.

Hayat olağanüstü derecede karışık, romana sığmayacak kadar. 


Roman onu özümsüyor ve çok anlamlıymış gibi gösteriyor. O nedenle roman içinde yer alan her şeyin bir anlamı olmalı, tabii eğer sürreal değilse. Örneğin; babam hasta iken, Girit’te arabada giderken, babamı tedavi eden doktorun adının bir köye verildiğini görmüştüm. Bu hayatta hiçbir anlam ifade etmiyor ama romanda böyle bir şey olacak olursa mutlaka bir anlamı olmalı, bu tesadüf bir yere varmalı. Şiirde de bu aynen geçerlidir. Ses hoş diye şiire beğenilen bir dize konulur, şair bunu kesmeye kıyamaz çoğu zaman.

Ali Cengizhan’ın, Robert Lowry’nin çevirdiği bir şiiri vardı bir dergide. Bu şairin her dizesi anlamlıdır, roman gibidir, kendisi Hıristiyan’dır ve imgelerler doludur. Şiirin bir yerinde “kedi evinde soğuk hindi yiyorlardı” diye bir dize vardı. Çok anlamsızdı, hâlbuki cathause; randevuevi, cold turkey ise narkotiği kesmek demek. Ali yaptığı bu çeviride anlamı aramadığı için dikkat etmemiştir. Şiirde anlam önemli değildir savına ben katılmıyorum. Ben şiir yazdığım zaman bir öykü anlatmayı severim, öyle olması gerekli değil ama duygu/anlam/duygu durum bütünlüğü olmalıdır. Türkiye’de böyle değil bu. Benimki Anglosakson bir yaklaşım olabilir ama Türkiye’deki örneklere baktığımda çok kötü sonuçlar var. Roman ve şiirde, yazmış olmak için yazılmış ve afakî çok ürün var.

Adam Sanat Dergisi’nde bir yazım çıkmıştı. Dört tane şiir dosyası göndermişlerdi. Üç tanesi de aşk temalı idi. Yazarın üçü de erkekti. Üç şiir dosyası da sahici olmayan bir kadına yazıldığı için, aynı kadına yazılmış gibiydi. Tamamen klişe. Toplumcu romanlarda Peyami Safa’nın Fatih-Harbiye, Yakup Kadri’nin Sodom ve Gomore’da her şey çok klişedir. Fatih ve Harbiye romanında Fatih iyi, Harbiye kötüdür. Fatih’de tüm kadınlar pamuk elli, çaylar tavşankanı, örtüler bembeyaz… Ama dünya böyle değildir ki! Kendilerine özel bir bakış açıları yoktur. Toplumcu şiir yazınca da böyle oluyor. Sanat veya toplum için olması önemli değil bence. Sanat için sanat anlamsızdır. Sanat insan içindir.

Eski şiirlerde anlam var; örneğin Makber. Yahya Kemal, Nazım Hikmet, Edip Cansever anlam bütünlüğü olan şiirler yazmıştır. Edip Cansever çok narratif değildir ama aynı konumdadır. Örneğin Ben Ruhi Bey Nasılım. Cahit Külebi aslında tamamen iç göçle ilgili yazar. Kentte kayıp, kendini mutsuz hisseden kişileri anlatır. İstanbul’dan Anadolu’ya bakar. Yalnız Atatürk şiirleri çok kötüdür. Böyle bir normatif gelenek var Türkiye’de. Haydar Ergülen şiiri duyan bir İngiliz çok şaşırır mesela.

Öyküye gelirsek, şiirden farklı görmüyorum. Bir öykü kitabım var ve başında ben aslında şiir yazdım diye bir notum var. Behçet Çelik ile bir çalışma yaptık; ben şiir yazıyordum, o bunlardan öykü yaratıyordu. O öykü yazıyordu, ben şiir tasarlıyordum. Böyle üç ürün yayınladık da. Bana yolda giderken kurgu geliyor. Örneğin; bir gün vapurda Kız Kulesi’nin yanından geçerken hikâyesi aklıma geldi. Adamın her gün yüzüp geldiğini, sonra kış bastırıp deniz ve hava kötüleşince kızın gelme dediğini ama adamın yine devam edip sonunda boğulduğunu hikâyeledim. Sonra Kız Kulesi’nin içinde toz ve güvercinler olduğunu, birbirlerine bu hikâyeyi anlattıklarını ve geride sevgi kaldığını ifade ettim. Şiirde son dize çok vurucu olsun diye uğraşırım. Öyküde de öyle yaparım, son paragraf şaşırtıcı, vurucu olmalı. Roman daha uzun ve kapsamlı olduğu için, baloncuk yapma tehlikesi olduğu için (bisiklet lastiğinin iç lastiği erir ve dışarı bir çıkıntı oluşur) bana zor gelir. Üç yüz sayfa boyunca gereksiz çıkıntı olmamalı, bunu yapmak çok zor. Hakiki edebiyat, roman bence.
 
İnsanın kafasında bir editör olmalı. Her insan her yazdığını biraz beğenir, uğraştıkça daha da beğenir. Bu çok tehlikelidir. En güzel sınav, yazdığınıza bir süre sonra bakmaktır. Kafadaki editör nasıl oluşur? Çok okumakla ilgili bir şey olsa gerek. Edip Cansever ile babamın bir arkadaşı sayesinde tanışmıştık. Şimdi göçüp giden Körfez Restoran’da içerdi. Bana söylediği iki şeyi hatırlarım. Türkçe yazılmış bütün şiirleri okumalısın, derdi. Şiir ihanet kabul etmez, tabii kendisinin antika dükkânı vardı ve başında da ortağı dururdu, zamanı boldu onun. Çalışmak zorunda değildi. Bana da böyle bir ortak bul da, ben de bol bol okuyayım, demek geldi içimden. Hemen hemen tüm kalburüstü şairleri okudum. İçinizdeki editörün gelişmesi ve onun sözünü dinlemek çok önemli. Bir iddiaya göre her şair yaşamı boyunca aynı şiiri yazar.

Bir gün gökyüzünde sığırcıkları gördüm, uçuşlarını. Dans ediyorlardı. Bundan bir şiir çıkar dedim, bu halleri ile ilgili bir benzetme olmalı. Gökte sanki birlikte bale yapıyorlar, dans ediyorlar, çok klişe idi. Sonra ayin yapıyorlar dedim, tamam dedim. Ama sonra sen ateistsin, ayin nedir bilmiyorsun, bunu şıklık için yazdın, sahici değil, dedi kafamdaki editör ve o şiir kaldı. Bence bu da bir aşama.

Bir ara Türkiye’de roman yok diye bir tartışma başlamıştı, ben çıkarmamıştım bunu ama katılmıyorum. Yusuf Atılgan’dan başka romancı yok. Edebi nedenlerle Orhan Pamuk’u okumuyorum. Behçet Necatigil ve Turgut Uyar diğer sevdiklerim. Bir yaştan sonra bir şeyler oluyor. Bir arkadaşım var o altmış ben de elli yaşlarında iken görüştüğümüzde, nasılsın diye hatırımı sordu. Zamanın azaldığını hissediyorum, yapacak çok projem var ama biliyorum ki olmayacaklar, dedim. İnsanda huni efekti gelişiyor, dedi. O ne, dedim. Yirmisinde liseden biriyle karşılaştığında az da samimi olsan rakı içelim dese takılır peşine içmeye gidersin, biri bir roman verse, oturup okursun, dedi. Ama zamanım azaldı diye bunları yapmıyorum artık, dedi. Yani huniden geçiriyorum, süzüyorum her şeyi.

Düzgün şiir yok şimdi. 


Okumuyorum yenileri, düşünün eskiden Memet Fuat’ın çıkardığı Yeni Dergiyi alırdım ve her hafta Ece Ayhan, Cemal Süreyya, Edip Cansever’in bir şiiri olurdu. Şimdi bazen Sözcükler Dergisine bakıyorum; Selahattin Yolgiden fena değil. Sonra yine Yeni Dergiyi hatırlıyorum, şimdi o denli nitelikli şiir yok.
 
80’ler kuşağı şiirde dünyadaki akımlardan çok etkilendi; postmodernizm. Bu akımda bireysellik önemlidir. Hegel, Marx gibi üst söylemler önemli değildir, der. Edebiyat genel şeyler söyler hâlbuki. Postmodernizm etkili oldu, parça parça, bireysel deneyimleri aktaran bireyse çok anlamlı değildir. Adam Sanat’ta Oğuz isimli birinin bir şiiri yayınlanmıştı. Anlamlı değildi. Hâlbuki rüyasını anlatmışmış. Postmodern bir şey yapıyor ama farkında değil. Ama o sadece senin rüyansa anlamsız. Bana ne ondan.

Murathan Mungan’ın romanlarını beğenmiyorum ama Sahtiyan adlı şiiri olağanüstüdür. Orhan Pamuk’u okumuyorum artık ama sahicidir. Hoşluk diye yazmıyor. Doğu Batı meselesi ile cebelleşiyor. Şu anda artık dille oyun oynuyor olması beni rahatsız ediyor ama bu oyunlar altında hakiki bir şeyle uğraşıyor. Artık normal roman kalıpları içinde bugünün dünyası anlatılamaz savına katılmıyorum. Kendisi postmodernist değil çünkü doğu- batı meselesi bu teori ile ele alınamaz. Buket Uzuner’i elimin tersi ile silerim, beğenmiyorum. Edebi dil diye bir şey yok. Burada mızmız adama mızmız adam denilmemeli, öyle anlatılmalı ki, okur anlamalı bunu üst başlığı ile ilgili olan bir konuşma için. Sorun adamı mızmız olarak tanımlamak değil. Ne çıkacak bundan, ne diyeceksin? Ayakkabının vurduğu yerden gelmeli söyleyeceklerin.
 
Sümer Yaratılış Miti kısaca, Sümerlerde her şeyin bir Tanrısı var, der. Alttaki Tanrılar çalışıp üsttekilere bakıyorlar, bir gün alttakiler isyan edip bu işi bırakınca Tanrılar insanı yaratıyorlar ve artık onlar çalışıp Tanrılara bakmaya başlıyorlar. Ancak insanlar ölümlüler. İşte MÖ 4000 yılından beri aynı konu var. İnsanlar niye böyle çaresiz? Niye güdük hayatlar yaşıyor ve bir de ölüyoruz, diyorlar. İşte temel konu bu, ölüm, aşk ve dünyayı daha iyi hale getirme. Yeni konu yok, yazar bu temel konularda okuyanın bir şey hissetmesini, düşünmesini, yazılan şeyi yeni bir açıdan, başka bir yönden görmesini sağlamalıdır. Herkes farklı olduğu, aynı konular ve olaylar karşısında farklı şeyler düşündüğü ve hissettiği için durmadan bunları yazıyoruz.

Derleyen: Füsun Çetinel 



Öyküde Zaman Ve Mekan


Adalet Ağaoğlu Söyleşisi


Burada toplandığımız şu an, benim için çok güzel bir zaman parçası. Edebiyatla ilgili panellerde buluşmak bambaşka bir şey, saf bir ilişki bizimkisi. Edebiyatla ilgili genç okurla buluşmak çok sevindirici. Medyanın istekleri çok fazla oluyor, onlar daha ziyade tanıtım için benimle konuşmak istiyorlar. Oysaki biz sahici bir edebiyat için buluştuk burada. Kendi alanımızın içinde yüzüyoruz.

Bütün kitaplarım Boğaziçi Üniversitesi Vakfına bağışlanmış durumda. Onlardan iki isteğim var buna karşılık. Boğaziçi Üniversitesinin, Türk edebiyatını dışarıda tanıtmak için çalışmalar yapması. Ben öldükten sonra tüm telif haklarımı da üniversiteye bağışladım zaten. İkincisi ise kütüphaneye bağlı olarak benim için bir araştırma odasının kurulması. Bu oda iki yıl önce açıldı. Benim eserlerimle buluşmak isteyen yazarlar doğrudan evimize geliyorlardı. Eşim Halim Ağaoğlu’nun hazırlamış olduğu muhteşem bir arşiv var. Kendisi gazetelerde, dergilerde hakkımda çıkan her haberi, yazıyı kesip arşivledi. Evde her şey çok birikmişti. Bunları organize etmek güç gelmeye başladı. Şimdi tüm fotoğraflar, mektuplar, medya takip dosyaları bu çalışma odasında muhafaza ediliyor. Bakınca ben bile şaşırıyorum, neler birikmiş diye. Edebiyat öğrencilerine rica ediyorum. Gidip kapıyı açtırabilirsiniz. Tüm arşivden yararlanabilirsiniz. Araştırma odasının hakkını verin lütfen.

Artık kimseye evde randevu vermiyorum. Bizde emeklilik yok. Ara sıra ben de bu odada çalışıyorum. Şu kitaba Fethi Naci ne demişti, falanca eleştirmen ne yazmıştı, her şey var dosyalarda.

Ben bu söyleşinin konusu için zaman ve mekân diyeceğim çünkü ikisini iç içe görüyorum. Zamanı hangi açılardan ele alacağız? Dili geçmiş, gelecek, mişli geçmiş, şimdiki zaman, hayalen tasavvur edilen zaman. Ben geldi, gitti demekten bıkmıştım. Modern ve klasik romandan bıkmıştım. Veya geliyor, gidiyor zamanını kullanmaktan. Her şey aynı düzlemde anlatılıyor hâlbuki hayat böyle değil. Zaman mekân çok boyutlu, bana göre fiil çekimleri de çok boyutlu olmalı. En kısa sürenin romanını yazmak istedim ben. Bütün zamanlar içinde yatar bu en kısa anın.

Ölmeye Yatmak üniversitelerde postmodern açıdan inceleniyor. Tek bir anın romanıdır. Orada gençlik el ele. 27 Mayıs anayasa darbesine karşı gelenler var. 68’de yeni anayasa için yürüyüş yaptık. Ben de yürüdüm. Anlık bir şey oldu bende. Aydınlanma anları derim ben buna. Daha sonra bu aydınlanma anları üzerine yazılar yazdım. Oktay Akbal pek sahip çıktı bu buluşuma. Kendi fikriymiş gibi yazdı. Neyse, bu yürüyüşte memurlar, kasketli işçiler kaldırımın iki tarafında duruyorlar. Bakıyorlar. Hiç kimse inip bize, yürüyüşçülere katılmadı. Bu kadar yabancılaşma var. İşte bu olay için cumhuriyeti ameliyat masasına yatırmam gerekti. Anlık bir kararla Ölmeye Yatmak’ı yazmaya karar verdim.

En kısa sürede. Çok boyutlu. Bir otel odasında geçiyor. Üç beş saatlik bir mesele. Çeşitli fiil çekimleri gerekiyor. Yor, geçmiş zaman, biliyor musun şöyle olmuştu… Rüyanın ayrı bir anlatma üslubu var sonra. Bu romanın adı gece hayatımdır. Rüyaları yazdım. Uykuda geçirdiğimiz zamanları. Küçük Prens kitabı da rüyalar üzerine. İngilizcede mişli geçmiş zaman yok. Ölmeye Yatmak romanını klasik romana olan bıkkınlığımdan yazdım. Anlatının bütün türlerini kullanmak istedim. Çok boyutlu, hayat gibi. Zaman düz akmıyor. Romanda şiir, rüya, mektup, düz metin, masal, anlatının bütün türleri, zamanın oynamasını sağladı. Çok seslilik sağladı.Rüya var, anı var, ben anlatı var, o anlatı var.

Postmodern edebiyatı ilk defa Amerika’da başladı. Yaz Sonu romanım Hollanda’da, Amsterdam yakınındaki bir üniversitede incelendi. Postmodern açıdan incelediler. Beni davet ettiler. Türkoloji bölümünde incelemişler, resmen ders kitabı olmuş. Romanım postmodern edebiyatın şartlarına tıpatıp uyuyormuş. Roman içinde roman olacakmış. Yüzde yüz uyuyor sizin kitabınız postmodern, dediler. Bana siz ne düşünüyorsunuz, diye sordular. Diyecek şeyim yok ama bir noktayı görmemişsiniz galiba, dedim.

Romanım anlık bir olayı anlatıyor. Acı bir hikâyesi var. Bir anne baba yazlık evlerinde oğullarını bekliyor. Telgraf geliyor. Çocuk öldü, diye. Koca su vanasını açmak üzere. Hayatları altüst oluyor o an. Kadın kocasına kızıyor, oğlumuzun ölüm haberi gelmiş, sen hala vanayı açmaya uğraşıyorsun diye. Hâlbuki adamın eli vanada kalıyor. Anın hikâyesi. Bu postmoderne girer mi, dedim. Kesinlikle girer, dediler. Ben de postmodern ustası kesildim onların arasında.

Yıllar önce, on yıl kadar önce sanırım, İngiltere Büyükelçiliğinden izin istediler benden. Üç Beş Kişi adlı romanımı İngilizceye çevirmek için. Çeviriyi birlikte yaptık çünkü zaman meselesi çok önemli bu kitapta. İtalik, konuşma çizgisi, tek tırnak, çift tırnak, parantez içinde. Hepsi farklı zamanları gösterir. Ben ayrımları anlattım, gösterdim. Çevirmen metni ancak çözdü. İngilizcesi Curfew adıyla yayınlandı.

Roman bir uydurma meselesi. Yazarlarımıza bakalım. Yaşadığımız yerlerin hikâyelerini yazıyoruz çoğunluk. Hâlbuki romanın da kendine ait bir hayatı var. Olmalı. Yaşar Kemal hep bildiği yerleri yazar, oraların doğasını çok güzel anlatır ama şehir romanı yazamaz. Ben İstanbulluyum ama romanı Ankara’da yazdım. Gece yarısı çekimlerini kullandım. Orhan Pamuk devamlı İstanbul’u yazıyor. Anılar, hatıralar, hatırlamalar. Bana en ilginç gelen yazar Orhan Kemal’dir. Köylülükten fabrikaya geçişin hikâyesini yazar. Köyden büyük şehre göçü ne güzel anlatmıştır. Ufalanma, bölünme, bunlara ilk el atan odur. Beni tatmin eden bir yazar. Yer değişimini yer değiştirerek anlattı. Kültürel yarılmayı anlattı.

İnsan bir şeyin peşine düşerse rahat duramaz artık. Ölmeye Yatmak romanımdan sonra Fikrimin İnce Gülü’nü yazdım. Arabada geçiyor. Anılar konuşuyor ve sürücü var. Tek kişi, arabası ve kendisi. Mekânları konuşturdum. Kendisiyle baş başa. Kimse bilmez, bir hileye başvurdum. Dikiz aynasına bir uğurböceği kondurdum. Ondan hareketle sürücü köyüne kadar gitti. Bir kanal açıverdim. Romanı tekdüzelikten kurtarmak için yaptım.

Gün Üç Dakika isimli bir hikâyem var. Siyasi bir hikâye. Üç beş saat içinde olanlar. Af kanunu çıkacak mı çıkmayacak mı? Mekân Ankara, çok da belli ettim. Zaman gerilimi var.

Üç Beş Kişi, seçim zamanı, 12 Mart dönemi. Siyasi bir roman değil, romanlarımın hepsi toplumsal romanlar. Menderes’in yakalanması. Ankara olamazdı. İstanbul hiç olmazdı. Küçük bir şehir gerekliydi. En çok ezilen kadın taşra kadını. Köylü kadın rahattır, çalıların arasında kendi kendine doğurur, öpüşür, sevişir. Taşra kadını çarşıdan geçerken gülemez bile. O kadar baskı var. Dönüşüm zamanlarını, Eskişehir’i seçtim. Tren yolu olacaktı. Gece yasağı zamanı. Bu roman hızın hızıdır. Kısa cümleler. Herkes bir yere koşturuyor. Bir yere yetişmeye çalışıyor. İlk önce bu romana Hızın Hızı demiştim sonra Üç Beş Kişi yaptım adını. Belki bilerek yaptım. Zaman ve mekân her romanın durumuna göre değişir. İşte romanın hayatıdır bu, yazarın değil.

Dramatik Bir Viyana Yazı, ilk defa olmamış bir şeyi olmuş gibi yazdım. Bir şeyi çok özlediğin, istediğin zaman gelecek boyutunu yaşamak bu. Tarih öğretmeninin hiç yaşamadığı bir şeyi olmuş gibi yaşattım ona. Hayali bir zaman çekimi var. Hikâyenin hayatı, eserin hayatı bu yine. Kabul etmemiz gerekli.

Bu kullanım ilk önce çok yadırgandı. Üç Beş Kişi’de karakter bir ses duyar. Kendi kendine konuşur, olmayan birileri ona cevap verir. Böyle şeyler yaptım. Komik şeyler. Dediğim gibi roman yazarı çok uydurmacıdır.

Son romanımda yer ismi yok. Eyvah diyorum, bana soracaklar şimdi. Neresi burası, diye. Roman istediğin kalıba girer. Zaman mekân kendisi diretiyor. Ben ilk romanımda tatmin olsaydım eminim ikincisini yazmazdım. Hala bir arayış içindeyim.

Belirsizlik zamanı yaşıyoruz artık. Küreselleşme başladı. Dünya milleti olduk. Dramatik Bir Viyana Yazı bunu anlatır. Şimdi ancak belirsizlik zamanını sorgulayabiliriz. Hayatımızın şifreleşmesi, şirketler, partiler. Bunları, bize yabancı biri bilemez. Her şey devamlı değişiyor.

Sylvia Plath’ın, Virginia Woolf’un günlükleri yayınlanıyor, ortalık çalkalanıyor. Batılı olması, kocasının yayıncı olması işi kolaylaştırıyor. Virginia ölümünden kırk elli yıl sonra yayınlanmasını istedi, kocası hala hayattaydı. Acaba nerelerini değiştirdi hiç bilmiyoruz. Benim günlüklerimse hepsi gerçek. Hayattayım ben. Günlüklere dokunmadım, değiştirmedim. Sevdiğim, nefret ettiğim dostlar, hepsi yayınlandı. Bizim içinde yaşadığımız şeylerin günlükleri bunlar. İntihar üzerinde çok dururum. Batıda kim intihar ettiyse büyük yazar oldu. En çok ağrıma giden bizim kendimizi küçümsememiz. Dışarıda bir günlük yayınlamayı çok önemsiyorlar. İnanın, bir günlük yayınlayana kadar üç roman yazardım. Damla Damla Günlerim’i büyük bir sorumluluk duygusu içinde yaptım, fakat bilinmiyor. Yabancı kitap satışları daha fazla diye belki de önem onlara veriliyor, bilemiyorum.

Trafik kazasından sonra yürüme olayım bitti. Hâlbuki yürüyüşte ne kadar yaratıcı oluyor insan. Buraya bile zorlanarak geldim.

Geçen aralık ayında şiddetle masa başına yazmaya oturdum yeniden. O kadar yıl yazıya küstüm de ne oldu. Şu anda söyleşi bitse de, eve romanımın başına dönsem diyorum. Yazma tutkusu böyle bir şey işte.

Derleyen: Füsun Çetinel


Balon Erkek

Uçuk Kaçık Bir Kitap


Çılgın drama öğretmenim Banu Başeren’in uçuk kaçık şiir kitabı Kabuk en sonunda raflardaki yerini aldı . Yazıevindeki şiir gecesinde, kendi sesinden dinledik her bir şiirini. Dinlemekten öte bir şeydi,  bizler için her birini oynadı Banu. Şiirle tiyatro iç içeydi o akşam.

Asi, kuralsız, kendi halinde bir kitap Kabuk. Bol memeli, bol tanrılı, bol kadınlı, bol ayıplı. Bir genç kadının aşka, hayata, sanata bakışı.Ve içinden ufak birkaç alıntı.

Önsöz; pencere pervazında sıkıntıdan memelerini ve kafalarını üşüten kadınlar gibi gelir bana, baktırandan çok bakan, tahmine yer bırakmayan...

Babam ‘kınalı’ der bana,
Anam ‘çıngıraklı’.
Bu yüzden ruhum,
Kuzu ile yılan arasında
Bir yerde kaldı.

Edebiyat toplantıları, söyleşileri candır. Yazana, düşünene ilhamdır. Konuğumuz Banu Başeren olunca yaratıcılık kaçınılmazdır. Kendimi tutamadım, affınıza sığınarak ben de bir iki satır karalayıverdim. Teşekkürler Banu öğretmenim.


Balon Erkek


Erkeğim olsun da ne olursa olsun, der ya bazı kadınlar.
Geçen gece eve yürürken sokakta,
Ağacın en yüksek dalına takılmış buldum onu.
İpinden yakaladım, biraz havası sönmüş.
Belli ki kullanılmış.
Olsun, yeter ki kadın başımda bir erkeğim dursun.
Biraz ego pompalarım olur biter.
Partilerde, toplantılarda gururla süzülür.
Ben, ben, ben, der.
En iyi okulları ben bitirdim. Borsaya, ihaleye girdim.
Falancayı dolandırdım. Şu kadar kadınla yattım.
Tamam yeter! Tutarsın ipinden, çekersin dışarı.
Evde havası söner. Bir köşeye siner.
Lavaboya, banyoya kıllarını dökmez. Çarşaflara topuk derileri düşmez. Çoraplarını yastık altlarına tıkmaz.
Evin kedisi ara sıra üzerine hamle yapar.
Üç beş soru çözüp sıkılan ergen, mutfağa geçerken tekme atar.
Temizlikte ayakaltında durmaz.
Hem evde hem evde değil. Daha ne isterim.
Balon erkeğim benim.

Füsun Çetinel



Etgar Keret İstanbul’da

Bütün Samimiyetsizliğimle


Öyküleri kısa filmlere iham veren, animasyondan televizyona değin uzanan farklı işleri ile de öne çıkan Etgar Keret, çağdaş yazının en yaratıcı, ilgi çekici ve eğlenceli simalarından biri.

Onun, Yedi Güzel Yıl kitabından Bütün Samimiyetsizliğimle yazısını okumamış olsaydım, kitabımın ilk sayfasına yazdığı satırlar şapkamın uçmasına neden olabilirdi.


To Füsun,
Keep Writing (with your left hand)
İmza Etgar Keret

Bir de komik resim çizmiş. Çok şirin, dikdörtgen keke benzeyen bir yaratık elinde bu cümlenin yazılı olduğu tabelayı tutuyor.

Bu yazı sadece bana özel. Sol eliyle yazan birine, öykü yazmayı seven birine. Üzerinde düşünülmüş, okuyucuyu özel kılan bir yazı.

Etgar Keret’in basında çıkan fotoğraflarından, facebook sayfasından onun çok daha havalı, karizmatik, yakışıklı olduğunu sanıyordum. Robinson Crusoe kitabevinden içeri suratında çekingen bir gülümsemeyle girdiğinde sırada bekleyenlerden kısa bir hayal kırıklığı iniltisi yükseldi. Ama çabuk toparlandık.

Masanın üzerindeki küçük kâğıtlara isimlerimizi yazmamızı rica etti. Sıramız geldiğinde ismimizi telaffuz ettik, o dikkatle dinleyip tekrarladı. Birkaç cümle konuştuk. Hepimizle ayrı ayrı, ayağa kalkarak fotoğraf çektirdi. Uğurlarken teşekkür etti.

Önümdeki genç kız, ama çok sevimli, değil mi, dedi. Heyecanla başımı salladım.

Evet düşük omuzları, ufak tefek vücuduyla beklediğim kadar yakışıklı olmayabilirdi. Ama zekâ fışkıran boncuk gözleri, içten sarılışları ve kocaman kedi gülüşü vardı ya.

Eve gelir gelmez kütüphanemdeki yazar imzalı diğer kitapları önüme yığdım.

Sevgili Füsun’a, dostlukla

Sevgili Füsun, hep güzellikleri yaşayın.

Füsun Hanıma güzel okumalar, sevgiler.

Sevgili Füsun’a,  içtenlikle.

Ve böyle uzar sıkıcı liste…

Etgar Keret şöyle yazıyor Yedi Güzel Yıl kitabında.

Kitapların kendileri bütünüyle kurmaca iken ithaflar neden gerçek olmak zorunda?

''Mickey’e. Annen aradı. Telefonu yüzüne kapattım. Bir daha buralarda görmeyeyim seni.''

''Feigi’ye. Sana borç verdiğim onluk ne oldu? İki gün dedin, bir ay geçti. Hala bekliyorum.''

''Bosmat, şimdi başka bir erkekle beraber olsan da, bana döneceğini ikimiz de biliyoruz.''

''Tziki’ye. Bok gibi davrandığımı kabul ediyorum. Fakat ablan beni bağışlayabiliyorsa sen de bağışlayabilirsin.''

Etgar, Türk insanının karakterini göz önüne alıp bu kadarına cesaret edemedi belli ki ama o da klişelerden uzak durup okuyucusunu özel kılacak cümleler yazmayı başardı sırada bekleyen herkese.

Zaten öykülerinin okuyucuları bu kadar içine çekebilmesi ve başarısı onun bu özelliği yüzünden.

En çok sevdiğim öykü kitapları mı? Kapı Birdenbire Vuruldu ve Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şoförü. Bir de Buzdolabının Üzerindeki Kız.

Diğer imzalı kitaplarımın birçoğundan vazgeçebilirim ama Etgar Keret imzalı kitabımdan asla.

Füsun Çetinel


Edebiyatın Haşarı Çocukları

Fantastik, Bilim Kurgu ve Polisiye Edebiyatı


Türk edebiyatının değişik kalemleri; Nazlı Eray, Celil Oker ve Barış Müstecaplıoğlu, Robert Kolejin 150. Yıl Kutlamaları kapsamında, Murat Gülsoy moderatörlüğünde, edebiyatı konuştular.

Murat Gülsoy: 

Burada bulunan yazarlar, ya Robert Kolejde ya da Boğaziçi Üniversitesinde okumuş ve gençlik yıllarında okulun izi üzerlerinde kalmıştır. Edebiyatın haşarı çocukları diye de adlandırabiliriz onları. Yaptıkları ciddi edebiyatın dışında bir edebiyat, fantastik veya diğer bir deyişle gerçeküstü edebiyat.

Nazlı Eray, Arnavutköy Kız Lisesi mezunu, daha sonra İstanbul Üniversitesinde Hukuk okumuş. İlk öyküsü Mösyö Hristo’yu çok genç yaşta, daha lise yıllarındayken yazmış. Büyülü gerçekçilik akımının Türkiye’deki temsilcilerinden.

Monte Kristo isimli öyküsü benim ilk okuduğum hikâyelerdendi. Bildik bir sahne ile başlar. Nebile ev işlerinden bunalmış bir ev kadını. Bir gün kör bir odanın içinde duvarı çatalla kazmaya başlıyor. Bir yandan da yan daireden gelen hoş sesler var. Bu öyküyü 70’lerde okuduğum zaman çok şaşırmıştım. Alışık olmadığım serbest bir hayal gücü. Fantastik unsurlar var. Ne kadar enteresan bir buluş diyorsunuz ama arkasında başka bir şey var, kadın erkek ilişkisini anlatıyor. Büyülü gerçek bu işte.

Nazlı Eray:

Gözümde bir prizmayla doğmuşum ben. Farklı Rüyalar Sokağı’nda Eva Pero’nun hayatını yazdım. Kadının hayatı soap opera gibi. Albayla tanışmaları, evlenmeleri falan. Eva fakir fukaranın tanrıçası oluyor. Peri gibi güzel bir kız. Geçmişi, yosma olarak yaşadığı yıllar siliniyor. Bütün dünya kadının elinde. Arjantin’de çok büyük bir güç. Günde yirmi saat çalışıyor. Fakirlere battaniye, takma diş dağıtıyor. Santa Evita diyorlar. Türkiye’ye buğday bile yolluyor. Sonra hastalanıyor, kanser oluyor. Ve Evita ölüyor. Albay kocası Eva’nın mumyasını yaptırtıyor. Doktor üzerinde iki yıl çalışıyor ve ölü Eva’ya âşık oluyor. Balmumuyla bebek gibi sarıp sarmalıyor onu. Ve işte gerçek hayatın fantastik yönü, Eva’nın mumyası yirmi üç yıl dünyayı dolaşıyor. Çalınıyor, başına türlü işler geliyor. Sonunda bulunduğu yerden Buenos Aires’e uçakla getiriliyor. Kız kardeşleri mumyayı yıkayıp temizliyorlar, Eva hiç bozulmamış. Arjantin bayrağına sarıyorlar onu. Derler ki albay, yeni karısı ve Evita’nın mumyası yemekte birlikte otururlarmış. İnsan bunları uydursa, uçmuş deriz. Gerçek zaten fantastik bir şey.

Sonra şehirler beni çok büyülüyor. Diyarbakır kitap fuarındaydım. Arabaya atlayıp Mardin’e gittim. Şehir beni büyüledi. Seyri Mardin diye bir yere çıkardılar. Hafif bir ezan sesi geliyor uzaktan. Binalar muhteşem. Geri dönmek istemedim. Halfeti’nin Siyah Gülü’nü yazdım. Fon Mardin. Rüya kız. Ve ünlü yaşlı adam genç kadın filmlerinin İspanyol yönetmeni Luis Bunuel. Kendisine hayranım. Luis bu kıza âşık oluyor fakat başka kadınlarla da birlikte. Dört tane de ihtiyar var. Evlerinden kaçmış, yaşanmamış yılarını geri almak istiyorlar. Bunlar Alzheimer’in eşiğinde. Cebeciye nasıl gideriz, Kızılay’a nasıl gideriz bilemiyorlar. Bir eve sığınıyorlar, orada bir tabloya hapsolmuş paşa var. Arkası belli ki hücre. Ergenekon’da tutuklananlardan. Tamamen fantastik bir yolculuk.

Murat Gülsoy:

Celil Oker Boğaziçi İngiliz Dili ve Edebiyatı mezunu. Şimdi Bilgi Üniversitesinde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor. Polisiye serisi yazdı; Remzi Ünal polisiyeleri. Karizmatik, çekici bir karakter. Bunu yaratmak kolay değil. Türk edebiyatında polisiye türünün ilklerinden biri. Bu karakterler genelde polis teşkilatının içinden ve yaramaz adam olur, bireyin savaşını gösterir bir taraftan. Ama Celil Oker’in kahramanı Remzi Ünal, emekli bir pilot. Etiler’de, tanıdık bir mekânda geçiyor her şey. Polisiye yazmak nereden aklınıza geldi?

Celil Oker:

Hiç aklımdan çıkmıyordu. Lisede ve üniversitede genç bir insanın okumaları yanında Agatha Christie dizisinin İngilizcelerini okuyunca onların da edebiyat olduğunu gördüm. Yazdıklarıyla dünyayı değiştirme umudu olan yazar adaylarından birisiydim ben de. Normal öykülerin dünyayı değiştiremeyeceğini anladım. Hayat gailesine yenildim. Yazmayı ikinci plana bıraktım. Uzun yıllar reklam yazarlığı yaptım. Gençken edebiyatçı olmaya çalışmıştım. Kırk sekiz yaşımda, geç bir yaşta, polisiye edebiyatının ilk eserini verdim. İlk romanlar yazarı anlatan romanlardır derler. Bu benim de başıma geldi. Romanın yarısı Boğaziçi Üniversitesinde geçiyor. Sonra hemen ikinci kitabı yayınladım. Ben bu işte devam edeceğim izlenimini vermek istedim. Polisiye edebiyatıyla diğer edebiyat arasında en ufak bir fark görmüyorum.

Bir yazar söylemiş şimdi adını hatırlayamadım. Tarih yerlerin ve kişilerin gerçek olduğu yalanları, edebiyat ise, yerlerin ve kişilerin yalan olduğu gerçekleri anlatır. Bana göre herhangi bir roman,  insanoğlunun tarihinin o yazarın yaşadığı zamana eşlik etmesinden başka bir şey değildir. Biz yazar olarak uydurma hikâyeleri kayda alıyoruz. Ukala bir laf olan kurgu yerine uydurma demeyi tercih ediyorum. Yazarlar sıkı bir uydurma yapar. Bir şeyi başka bir şeye sıkı sıkıya uyduramazsanız gerçekliği yakalayamazsınız. Uydurmak kafadan atmak değildir.

Polisiyeyi ikinci sınıf edebiyat gören varsa umurumda değil. Önemli olan okuyuculara gerçeklik duygusunu verebilmek.

Murat Gülsoy:

Polisiyenin akıllı kurguları okuyuculara bu olayın çözüleceğinin güvencesini veriyor. Modernliğin getirdiği hayal kırıklığı bizi eski alışkanlıklara yöneltiyor. Bu tür aklın nasıl çalıştığını gösteriyor. Başka tarz hayatları gündeme getiriyor.

Celil Oker:

Akıl meselesi polisiyenin Avrupa’da ilk çıkışıyla alakalı. Sherlock Holmes İngiliz toplumunda polis teşkilatının kurulmasından hemen sonra ortaya çıkmış. Onun getirdiği güven bütün topluma yayılmış. Aydınlanma çağında doğanın sırlarına erişebileceğimiz, Sherlock Holmes’un problem çözme yeteneği ile ortaya çıktı.

Türkiye’deki polisiyenin yükselişi 1980’lerden sonra oldu. Türkiye iyice kapitalist bir ülke olmuştu. İstanbul bir metropol. Servet el değiştirdi. 80’li yıllara göre farklı artık. Eskiden servet devletin izin vermesi ile olurdu. Şimdi sadece devlet izni olmaktan çıktı servet yapmak. Artık miras için annesini öldürüp betona gömen insanlar var. Çılgın büyüyen, göç alan metropolü dikkate alırsak, toplum basıksı iyice zayıfladı. Kimse kimseyi tanımıyor. Kanunun güvenlik insanı her yere yetemiyor. Rant durumu legal olmayan yerlerden besleniyor. İstanbul polisiye hareketlerin, imgelerin fışkırabileceği bir kente dönüştü.

Murat Gülsoy: 

Barış Müstecaplıoğlu, Boğaziçi Üniversitesi İnşaat Mühendisliğinde okudu. Perk Efsaneleri serisini yazdı. Farklı bir tür. Diyar efsaneleri. Ursula K. Le Guin tarzı. Yeni bir dünya, yeni bir dil, bambaşka bir coğrafya yaratan bir edebiyat türü.

Barış Müstecaplıoğlu:

Fantastik edebiyat birçok türü barındıran bir edebiyat türü. Yurtdışında fantezi deniyor. Fantastik öğeler Bin Bir Gece Masallarında, Gılgamış Destanında da var.

Hayal kurmayı çok severim. Birincisi, kendi millet, ırk ve inancınızı yaratıyorsunuz. Bulunmaz Hint kumaşı. Keşif heyecanı vermesi ikinci nedeni.

Diyar fantezisi okurken elinizde referans yok. Mimari yapıları nasıl, orada kimler yaşıyor. Bilgisayarda bilgi yok. Dünyanın yeniden keşfi gibi bir şey. Bu tür edebiyatın yüzde doksan dokuzu doğayla barışık ortamlarda geçer. Köy, ağaç, hayvan, insan, dostluk vardır ve şehirleşmenin olmadığı yerler. Büyük binalarda kötüler yaşar, iyiler ormandadır.

Evrensel bir türdür. Ortada gerçek bir millet yok. Hepsini siz kurdunuz. Herkes o romana eşit mesafeden bakar. Irkçılık, ötekileştirme, soykırım temaları kullanıyorum. Herkes kendi kültürüyle bağdaştırabiliyor. Evrensel bir bakış çıkıyor ortaya. Yine derdinizi anlatıyorsunuz, savaşı, insani duyguları, aşkı, kıskançlığı ama fantastik unsurlarla. Diğer edebiyat türlerinden farkı yok bence. Savaşı anlatırken de, aşkı anlatırken de insani duyguları anlatıyorum.

Murat Gülsoy: 

Epik fantazyalar, bilgisayar oyunları ve çizgi romanlar aracılığı ile yeniden okura ulaşıyor. Kitabın başındaki haritalara bakarken o çizimlere inanamıyorum. Sanki çocukluğuma dönüyorum yeniden. Kültürel antropolojiden yararlanılmış. Şu mit bu kültürde yok mu zaten diye kendinize soruyorsunuz. Yerelle nasıl bir ilişki kuruyorsunuz?

Barış Müstecaplıoğlu: 

Bu türün Batılı yazarları kendi kültürlerini kullanırlar, doğuyu kullanmazlar. Ben şanslıyım. İki kültürün kesişme noktasındayım. Batıdan daha zenginiz. Anadolu masalları, Şamanizm, Star Wars, hepsini biliyoruz. Bunları birleştiriyorum. Sultanlar, şövalyeler, ermişler. Ama gerçek anlamlarını kullanmıyorum, çünkü yazdığım şeyde Osmanlı yok. Belirgin sözcükleri koymam gerek yoksa okuyucu boşlukta kalır.

Amerika ve Japonya en çok fantastik edebiyat yazılan ülkeler. Japanya’da Avatar, manga ve animeler var. Ama uzaya da onlar çıkıyor. Gençlerin hayal gücü gelişiyorsa ileride facebook, google gibi şeyleri buluyorlar. Türkiye’de hayal gücü yok. Taklitçilik var.

Bilimsel gelişmeler o kadar hızlı ki nasıl yetişeceğimi bilmiyorum. Bilimkurgu yazmak zorlaştı artık.

Murat Gülsoy: 

Biraz da okul yıllarınızdan bahsedebilir misiniz?

Nazlı Eray:

Profesör Doktor Suna Kili’nin en sevdiği öğrencisiydim. Kurbağaları çok güzel keserdim. Çok mutluydum. Şimdi üniversiteyi okusam Genetik okumak isterdim. Çok yaramaz bir öğrenciydim. Tiyatroda çok iyiydim. Ayşe Kulin benden bir sınıf büyüktü. Çok güzel bir kızdı. Tansu Çiller benden bir sınıf küçük, hiperaktif bir kız. Kafam tüm gün mitolojik olaylarla dolu okul bahçesinde hayaller içinde dolanırdım. Çok güzel zaman geçirdim okulda.

Celil Oker:

1971 Robert Kolejin Boğaziçi Üniversitesine dönüştüğü yıl. Bu değişimi yapanlar beş yıllık bir süre öngörmüştü. Robert Kolejin tüm adetleri devam etti. Brotherhood, krediler, kulüpler aynen vardı. Üniversiteyi sekiz yılda bitirdim. Okulun arkalarında evim vardı. Tüm okulun öğrenci sayısı sekiz yüzdü o zaman. Şansım benim, az sayıda öğrenci olduğu için herkesi tanıyordum. Sekiz yılda birkaç kuşak öğrenci tanıma imkânım oldu. Birinci sınıfta humanities ağırlıklı derslerde soluğu burada, eski kütüphanede, alıp derste söylenenleri kitaplarda arardım. Cumhuriyet gazetesinin mikro filmlerini baştan sona gözden geçirdim. Koleksiyon herkese açıktı. Dewey sistemi vardı ama sistemi bir kere öğrenince hangi kitabın nerede olduğunu bilirdim. Yatılıydım. Belli saat geldiğinde herkes giderdi. Okul, kütüphane bize kalırdı. Yirmi dört saat okulda olunca bir şeyler yapmak istersiniz. Tiyatro kulübü çeşitli kuşaklarla ciddi şeyler başarmaya çalıştı. Edebiyat kulübünü kurduk. Yazar olmayı düşleyen insanları bir araya getirdik. İki Sayfa diye bir dergi çıkardık. Bilgisayar yok. Yazıları dizgi sütunları olarak daktiloya yazardık. Bir sütunun harflerini sayarsınız. Ona göre boşlukları bir veya iki verirsiniz ki sütunlar eşit olsun. Biz burada üniversite dene şeyi yaşadık. Özgürlük, haklı kavgalar, birbirimizi dinlemek, eleştirirken işin kendisini eleştirmek, ötekileştirmemek, hepsini doya doya sonuna kadar yaşadım.

Murat Gülsoy:

Gençken insan kendi başına kaldığında yolunu buluyor. Ben de 80’lerde yaşadım aynı şeyleri burada. Barış Müstecaplıoğlu, size gelelim. Mühendislik ve edebiyat nasıl birleşti?

Barış Müstecaplıoğlu: 

Ben hiç mühendislik yapmadım. Mezun olunca insan kaynaklarında çalışmaya başladım. İnşaat mühendisliği yapmayacağıma üçüncü sınıfta karar vermiştim. Öğretmenlerinle konuştuğumda hepsi beni destekledi yazmam konusunda.

İnsan kaynaklarında çalışmanın büyük faydası oldu. Psikoloji, sosyoloji öğrenmem gerekti. Günde dokuz insanla mülakat yapıyordum, dokuz değişik hayat. Muhteşem bir şey. Yazmanın tekniği öğrenilebilir ama insanları tanımak önemli esas.
Mühendislik iskeleti kurma, analitik düşünme kattı bana.  Okul ise özgürlük ortamı sundu. Sadece kendinize benzeyen insanlarla bir arada durursanız, iletişim kurarsanız gelişemezsiniz. Boğaziçi Üniversitesinde farklı bir ortam vardı. Hristiyan, dinci, herkes bir arada, sohbet vardı. Kimse kimseyi tokatlamazdı.

Kadınlar daha mı çok polisiye okur?

Celil Oker:

Kadınların polisiyeye karşı epey ilgisi var. Neden bu böyle? Sadece polisiyeyle ilgili değil bu, kadın okurlar daha fazla. Bunun içinden polisiyeye pay düşmesi anlaşılır bir şey. İkinci büyük kesim üniversite öğrencileri. Üniversite bitince maalesef roman okuma durumu da azalıyor. Benimle temasa geçen büyük çoğunluğu kadın. Son zamanlardaki kadın, kız düşmanlığı sinirlerimi bozuyor. Kadın ve erkekler roman okursa üzerimize gelen insanlık dışı davranışlara daha rahat karşı koyarız. İnsanlık olarak güçlü olmamız gereken günler yaşıyoruz.

Yazarken belli kurallarınız var mı?

Celil Oker:

Birincisi, çocuklarla ilgili hiçbir şey olamaz. Onlar out.

İkincisi, Klasik polisiyenin tarif edilmiş kurallarına uymaya özen gösteriyorum. Okuru kandırmamak gibi.

Üçüncüsü, cinsel ayırımcılık yapmıyorum. Kadın da erkek de suçlu olabiliyor romanlarımda.

Dört, oryantalizm meselesinin tuzağına düşmemeye çalışıyorum. İstanbul deyince aklınıza egzotik bir şehir gelir. Camileri falan. Bunları kullanmıyorum.
Kendim okumaktan hoşlanacağım şeyler yazmaya çalışıyorum. Elimin altındaki tek gerçek kitle ben olduğum için.

Nazlı Eray:

Yazma sürem iki buçuk ay. Elle yazıyorum, değişik defterler, renkli kalemler. Roman için çok kısa bir süre ama daha önceden her şey bilinçaltında oluşmuş oluyor. İlk kelimeyi, ilk cümleyi yazınca diğerleri muhallebi gibi dökülmeye başlıyor. Bu serüven benim için bir yolculuk, çifte yolculuk. Yolculukları ve yolculukta yazmayı çok seviyorum.

Ankara’da Eliz pastanesinde karmakarışık, gürültülü bir ortamda yazıyorum. Yazarken bir kozaya kapanıyorum. İnsanlarla birlikte olmak istiyorum. Biraz tehlikesi var pastanede yazmanın, pasta yiyorum. Dışarı bakarım, kahvem çayım gelir. İnsanları seyrederim. Böyle yazarım.

Genelde metinlerimde düzelti yapılmaz. Planlama yapamam. Arabada kontrolünü kaybetmiş sürücü gibi yazıyorum. Duygu yoğun, zaaflar ve kalabalığın içinde, mutluluk ve heyecanla, belki Kanarya’ya giden bir geminin alt salonunda.

İmparator Çay Bahçesi’ni yazarken yüz ellinci sayfada Sabriye karakteri girdi. Olmaz dedim, ben bunu çıkarayım. Yüz ellinci sayfada yeni bir karakter girmez romana. Gece rüyalarımda onunla kavga ediyoruz, ben ağlıyorum. Olmuyor, çıkaramadım. Kitap çıktı, en çok sevilen karakter Sabriye oldu.

Celil Oker:

Yazmak benim için çalışmayla eş değer. Çalışamıyorsam eğer benim tembelliğimdendir. Bu iş çalışmayla ilgili. Teknikleri öğrenmek evet ama çalışmak çok önemli. Hiçbir yazarın seçilmiş olduğuna inanmıyorum. Meselesini başka insanlara ulaştırmak isteyecek sabırda insanlar olduğuna inanıyorum.

Barış Müstecaplıoğlu:

Makineye ne kadar çok şey girerse o kadar çok şey yazabiliriz. Sıkı bir şekilde beslenmeye çalışıyorum. Şamanizm’i araştırıyorum. Yüze yakın hayali hayvan var kitaplarımda. Belgesel izliyorum. Tarih kitapları okuyorum. Romanı kurgulama süreci var. Üç dört ay kurgu sürüyor. Yazmam birkaç yıl sürüyor. Çalıştığım için ancak akşamları ve tatillerde yazabiliyorum. Yeni ve özgün bir şey bulursam onu yazmak istiyorum. Çok fazla dönüp üzerinden geçiyorum. Bir iki kelime yer değiştiriyorum, bir cümle çıkarıyorum. Taşlar yerlerine oturuyor.

Başka söyleşi ve panellerde görüşmek üzere...

Füsun Çetinel